Bundan tam 40 yıl öncenin Türkiyesi; Türkiye’nin İzmir köşesi… 13-14 yaşlarında bir grup kız çocuğu… Ergenliğin ufukta bir mertebe olduğu zamanlar… Zamanın ruhu öyle çünkü.
Renk cümbüşü bir 80’ler modası, permalı saçlar, vatka sayesinde kabaran koltuklar… Gecenin tam yarısında televizyonda tulum-taytıyla yuvarlak bir platformun üstünde aerobik yapan lastik kız Yasemin Evcim’in fenomen, aslan yelesi kesimi saçları ve deri ceketleriyle yabancı pop-starların ilâh olduğu yıllar… Artık oturduğumuz yerden açıp kapayabildiğimiz televizyona “renk” gelmiş… Büyük şehre göç eden taşralı vatandaş ise arabesk müzik yaparak sesini duyurmaya ve böylelikle kabûl görmeye çalışmakta. Öte yandan, yetişkinler için zorunlu okuma yazma kurslarının açılması, okul ve öğretmen ihtiyacının öncelikli olarak karşılanması vb. sebeplerle, özellikle 80’lerin ilk yarısında okur-yazar oranındaki artışın diğer yıllardan daha fazla olduğuna tanığız. Ülke yenilerde bir askerî darbe daha atlatmış… Ekonomideki liberal yaklaşımlar, dış dünya ile olan bağı güçlendirmiş, böylece küreselleşmenin ayak sesleri duyulmaya başlamış; öyle bir zamandayız işte.
Bizim kızlar da sadece İzmir’in değil, Türkiye’nin de sayılı eğitim kurumlarından birinde-bir kolejde, başta İngilizce olmak üzere her branştan dersin en üst düzeyde öğretildiği, eğitime paralel olarak sosyal faaliyetlerin de onları yarınlara en iyi şekilde hazırlayacak biçimde sunulduğu bir irfan yuvasında büyüyüp gelişiyorlar; Amerikan Kız Koleji’nde. Bu okulda okumak onlar için bir gurur kaynağı. Biliyorlar ki zamanı gelip de mezun olduklarında, onlardaki donanım, akranlarının bir çoğuna kıyasla çok daha nitelikli olacak.
Kızlarımız 13-14 yaşlarındayken, zorunlu tutulan ve birkaç seçeneğin birlikte sunulduğu sosyal hizmet içerikli kulüp çalışmalarına yönlendirilirler. Söz konusu kulüplerden biri de Karşıyaka Çocuk Yuvası’dır. Görevleri, haftada bir gün, aynı zamanda matematik öğretmenleri de olan, okullarında üç nesil boyunca öğrenci yetiştirmiş efsane bir isim-Miss Scovel ile çocuk yuvasını ziyaret edip, oradaki çocuklara kâh oyun saatinde kâh akşamüstü beş çayı saatinde ablalık etmektir. Varsa eğer soruları, derslerine yardımcı olabileceklerdir… Ya da istenirse, çok küçük yaşta olanlara kitap okuyabileceklerdir.
Öğrenciler bir sene boyunca her çarşamba, ellerinde gevrek-peynir ve mevsimine uygun meyve dolu torbalarla girer kasvetli ve de bakımsız bir binadan içeri. Daha içeri girerken onları karşılayan idrar & küf karışımı bir koku, ikinci kattaki yemek salonuna kadar eşlik eder kızlara. Çocukların, çalışanların ve görevlilerin dışında bir de adeta gezen bir yağ tabakası yaşamaktadır bu katta. 60’lı yılların mimarisinde çokça kullanılan taş zemin, masalar, duvarlar, masaların üzerindeki bardak ve metal tepsiler, çatal-bıçak-kaşık; ne varsa yağ kaplamıştır hepsinin üzerini… En ağırından, margarin hem de.. Her yer, her şey donmuş yağ tabakasının altına gizlenmiştir.
Gel zaman git zaman öğrenir kızlar, çocukların neden hepsinin saçlarının kısacık ve çok kötü kesilmiş olduğunu; hiç dinmeyen bir bit salgını süregelmektedir yuvada. Giydikleri kıyafetler eski, kirli, üzerlerine büyük ya da küçük gelen bu çocuklar, çay saati için hazırlanan sofraya koşarak oturur ve kapışırlar masada olanı… Kimi itişip kakışırken bir parça gevrek için, kimi de paylaşır yanındakiyle elindekini… Sohbet ettikçe anlaşılır ki; kardeştir o paylaşmayı bilenler. Bazısı da aslında hiç var olmamış, “hayâlî gönüllü” ailesiyle birlikte haftasonu nereye gittiğini ballandıra ballandıra anlatır oyun ablasına. Kimi, “ne olur bana dokun” diyerek haykırır içinde kopan kasırgayı… Biçimsiz kesilmiş 3 numara tıraşı ile, sonradan kız olduğunu anladığımız başka bir çocuk ise gelir, “senin saçların ne güzel” diye fısıldar onunla sohbet eden ablasının kulağına.
Bir yıllık çocuk yuvası ziyareti deneyiminin özeti bir paragrafa sığıyor gibi görünse de, bir ömür belleklerde yer edinen suçluluk, utanç, sorumluluk, pişmanlık, üzüntü ve kısmen de olsa “iyi ki” den müteşekkil bir tortudur aslında. Ergenliğe henüz geçiş yapmış bu kız çocuklarının iç dünyasında, sonraki yıllarda bir daha çocuk yuvasını ziyaret etmemenin-edememenin ezikliği duruyor belki de. Her çocuk yuvası ziyaretini takîben, sıcacık evlerinde en az 2-3 çeşit yemekle kurulan sofraya oturmak, o günkü koşullarda, onlar için sanal bir işkenceye dönüşmüştür zira. Bazı arkadaşlarımız da bu ziyaretlere daha fazla dayanamayacağını düşünüp, sosyâl kulüpteki görevini bile bırakmıştır hattâ.
Ne kadar üzücü olursa olsun, çocuk yuvası ziyaretindeki deneyimler zamanında paylaşılabilse idi, öğrencilerin kendi içlerinde bir yansıtma toplantısı yapması mümkün kılınsa idi, bugüne değin kaç kez ziyaret ederdik çocuk yuvalarını bilinmez ancak gerçek olan şu ki; hassas ruhlu 120 kız çocuğundan, çok sağlam karakterli ve dayanışma ruhuna sahip çok güçlü, güzel kadınlar kaldı bugüne. Başta dezavantajlı kız çocuklarının okuması ve sokak hayvanları ile ilgili olmak üzere, sevdalısı olduğumuz bu ülkenin her köşesine, her sıkıntısına kadar uzanıyor çünkü şimdi ellerimiz.
Ergenliğin kıyısında dolanırken çocuk yuvasını da ziyaret ettik, Tennessee Williams’ın The Glass Menagerie (Sırça Kümes) adlı kitabını da okuduk. 80’li yılların ilk yarısında zaman, böyle bir zamandı bizim için. Şimdi çok daha iyi anlıyorum mayamızın nasıl bu kadar sağlam, duruşumuzun nasıl bu kadar evrensel olabildiğini. Bize altın tepside sunulan fırsatlar denizinde öğrenmişiz meğer biz yüzmeyi. Okulumuzun duvarlarına işlemiş mottomuzda da olduğu gibi:
“Enter to learn, depart to serve”…
Sen çok yaşa; nice teşekkür, bin şükran sana ACI… Ve elbet “Hail Alma Mater” !
*Not: Çocuk yuvası deneyimlerimizle ilgili anılarını benimle paylaşan tüm dönem arkadaşlarıma teşekkürü borç bilirim.