İşin içindeyken değeri pek bilinmez genelde, hele ki yaş da küçükse, nereden bilinecek kıymeti? Ben pek bilmezdim. Dersler biraz ağır gelirdi. ‘Bu kadar detaya ne gerek var, ileride bu bizim ne işimize yarayacak, biz bunun eğitimini mi vereceğiz’ diye düşünürdüm. Üstüne üstlük, not alma sistemimiz de diğer okullardan farklıydı, 100 üzerinden ancak 65 aldığımızda geçer bir not alabilmiş oluyorduk. Bu da cabasıydı.
Okulumuz zor bir okuldu, ancak diğer okullardan farkı sadece bu değildi. Biz her öğleden sonra ilk ders olarak ‘library’ saatimizde kütüphaneye gider, eski usul alfabetik çekmecelerde yerleşmiş kitaplarımızdan seçip, o dersi kütüphanede kitaplara bakarak ve okuyarak geçirirdik. Bize sık sık ‘Book Report’ ödevi verilirdi. Yani o kitabı okuyacağız, anlayacağız, sonra da ‘Ne demek istemiş, ana fikri ne, karakterler kim?’ üzerine uzunca bir ödev hazırlardık. Yazları ise en az üç tane kitap okuyarak gelmemiz beklenirdi. Yaşam boyu öğrenmeyi, pes etmemeyi, yeni bilgilere açık olmayı, sorgulamayı, merak etmeyi öğrendik biz okulumuzda. Altını çizerek okumayı, şemalarla çalışmayı, araştırmayı öğrendik. Bazen önderlik etmeyi, yaratıcı olmayı, bazen ekip halinde çalışmayı ve her daim etrafımıza katkı sunmayı öğrendik biz okulumuzda. Özgüven ve şımarıklık arasındaki ince çizgiyi de hep bildik.
Biz gerçekten, iyi yetiştiriliyorduk. İngilizcemizle, müzik, home economics, resim, beden eğitimi derslerimizle, seçmeli dil Fransızca, hatta daktilo (o zamanlar o vardı) derken komple yetiştiriliyorduk. Öğretmenlerimiz ve idarecilerimiz de hepsi konularına hakim, düzgün, rol model olacak insanlardı. Bazaar Day, May Day gibi paylaştığımız neşeli günlerimiz olurdu. Geniş bahçemiz ise bir yeşil alan ve doğal bir park gibiydi.
Biz öğretmenlerimizle saygı çerçevesinde arkadaşça ilişki kurardık. Gerektiğinde hakkımızı arayacak cesarete ve güce sahip olarak yetiştik. Bir Amerikan okulunda okuyorduk, ama son derece değerlerimize bağlıydık. Belki adımız ‘Amerikan’ olduğu için sanki bir yanlış anlaşılmaktan korkarcasına daha da fazla milliyetimize, değerlerimize bağlı olarak yetiştik. 19 Mayıs’larda, 29 Ekim’lerde gururla yürüdük resmi geçitlerde. Arkadaşlıklarımız, dostluklarımız ömür boyudur bizim, öyle ortak bir temel olmuştur, öyle güçlü bir bağ bağlamıştır ki bizi, paylaşılanlar ortak bir kader yaratmıştır bize. Birbirimizi lep demeden leblebiyi anlayacak, cümlenin tamamı gelmeden ne demek istendiğini bilecek kadar iyi tanırız. Gözlerimizle anlaşıp, kalbimizle iletişime geçeriz. Bir anahtar kelime, adeta bir şifre gibi, bizi yıllar ötesine götürebilir ve dakikalarca güldürebilir. Yıllarca görüşemesek de kaldığımız yerden devam ederiz. Bir yandan yeni dostluklara hep açık, bir yandan birbirimiz için hep sığınacak liman oluruz. Bir araya geldik mi yine çocuk oluruz, içimizdeki çocuklar bağlanır yine birbirine, hiç büyümeyiz o anlamda, ne kadar bilgeleşsek de. Birbirinden milyonlarca yıl uzaktaki kuantum dolanık parçamızı bulmuş gibi ışık hızından hızlı bağlanıveririz birbirimize. Ne hissettiğimizi biliriz.
Bir okuldan fazlasıdır bizim okulumuz. Gerçi o yıllarda bunu pek fark edememiş olsak da. O zamanlar sadece ‘Hangi okula gidiyorsun?’ sorusuna cevap verirken havalı hissederdik. Karşımızdakinin gözünde o imrenmeyi, gıptayla karışık o hayranlığı görürdük. Bu konu sonradan şöyle çıkar oldu karşıma: Yeni tanıştığım birçok insandan, birçok kez şunu duydum: ‘Tahmin etmiştim Amerikan Koleji mezunu olduğunuzu’. Eh işte böyle, her daim gurur kaynağı oldu okulumuz bize. Bir okuldan çok fazlasıydı dediğim gibi. Bazen bir aile, bir yuva, ait olduğumuz kocaman bir ayrı klan gibi, bazen hayata fazlasıyla hazırlandığımız sıkı bir inisiyasyon merkezi gibi.
O yıllarda çok yakın olmadığımız arkadaşlarla bile, bir vesile ile yıllar sonra karşılaştığımızda, yine o kuantum dolanıklığı, ikiz parçasını bulan atomaltı parçacık gibi, bir sevinç, bir mutluluk ve hızlıca bir yakınlaşma olur ki sormayın. Bu bir çatı, bir yuva ve kesinlikle bir okuldan çok fazlası… Mezun olduktan sonra genelde bir süre uğranmaz, meşgaleler çoktur, üniversitelere gidilecek, işler edinilecek, çok çalışılacak, belki çoluk çocuğa karışılacak, öyle yoğunuzdur ki o yıllarda, gözümüz hiçbir şey görmez. Kopulur bir dönem. Belki de kopmayanlarımız da vardır, ne mutlu onlara. Ben kopmuştum, üzülerek itiraf ediyorum bunu. Hayat tekrar rayına oturana kadar, okuluma pek gelip gidemedim. Şu anda bu konuda ne hissediyorum derseniz; içim sızlıyor, özlem doluyor yüreğim, ne çok şey kaçırdığımı biliyorum. Pişmanlıkla doluyor kalbim. Yaşadığın anıları özlersin de yaşayamadığın anılar özlenir mi? Ben onları özlüyorum.
Şimdi bu kadar kıymetli ve hepimize bu kadar çok şey katmış bir okula minnetimi nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Öncelikle fark etmek gerekiyor tabii ki. Kabul etmek gerekiyor. Bazı zor günler, ya da bazı hatırlamak istemediği anılar bile olabilir insanın, doğaldır, her gün günlük güneşlik geçecek değil elbet, zor bir okul sonuçta. Ancak hepsine değmiş olduğunu fark etmek çok kıymetli. Sonuçta nasıl da güçlü bireyler olarak ayakta durduğumuzu, cesaret ve özgüvenle iş hayatında veya aile hayatında nasıl da sağlam bir şekilde yer aldığımızı görmek, ve bunun bilincinde olmak çok çok kıymetli. Ben bundan dolayı, belki hemen bu bilince varamamış olsam da, yıllar sonra müteşekkir olduğumu taa derinlerde hissediyorum. Çok şükrediyorum. Bu okulu okul yapan başından beri emeği geçen herkese, ayrıca bu okula gelebilmemi sağlayan büyüklerime de binlerce milyonlarca teşekkürlerimi sunuyorum, hayatta olmayanlara da dualarımı yolluyorum.
Teşekkür etmek, şükretmek, vefa ve minnet borcu neden bu kadar önemli diyebilirsiniz, ki demezsiniz biliyorum. Bu sıralardan, bu sınıflardan, bu değerli eğitimden geçen bizler, hepimiz biliriz zaten doğal olarak. Hayat bir alma-verme dengesidir. Dişil-eril enerji dengesidir. Emeklerin ve sunulanların kıymeti bilinirse yolu önü açılır insanın. Teşekkürü bilmeyince daha da borçlanır insan. Hepimizin kendi frekansımızdan oluşan bir manyetik alanı, bir aurası var. Bu alanın frekansı ile eşleşen frekansları kendimize çekiyoruz. Dolayısıyla bizim tüm güzellikleri kendimize çekebilmemiz için bu alanın olumlu duygularla dolu ve arınmış olması gerekiyor.
Stefano D’Anna’nın, Tanrılar Okulu kitabında çok sevdiğim bir bölüm var. ‘Siz evrene ne katarsanız evrenden de onu alırsınız’, diyor temelde. Oradaki örnek çok hoşuma gitmişti: ‘Bankadan para çekmeye gittiniz. Nereden çekeceksiniz? Tabii ki kendi hesabınızdan. Başkasının hesabından alamazsınız değil mi? Sonuçta evren de böyle işliyor. Ne kattıysan ne sunduysan sana onu veriyor.’ Evren bankasına bol şükür, bol teşekkür, bolca sevgi, iyi niyet, destek, empati, gayret ve neşe, değer bilme ve vefa katın ki yüklüce bir hesabınız olsun. Tüm güzellikler size koşsun.
Sevgiyle kalın.