kÜNYE

Sihirli Bir Ses Kutusu: Radyo

Getting your Trinity Audio player ready...

“Alo alo, muhterem samiin…Burası İstanbul Telsiz Telefonu… 

1200 metre tûl-u mevç (dalga uzunluğu), 250 kilosikl…Bugünkü neşriyâtımıza başlıyoruz.”

1927 yılının 6 Mayısı’nda İstanbul Sirkeci’deki Büyük Postane’de gazeteci Eşref Şefik’in yaptığı bu tarihî anons ile, ülkemizdeki radyo yayıncılığı ile birlikte âdeta büyülü bir ses yolculuğu da başlar.

Radyonun, eski ismiyle “telsiz telefon”un îcâdının temeli, birçok mûcidin çalışmalarının ortak sonucu olarak, 1800’lü yıllara dayanır. 1865’te İskoç fizikçi James Maxwell’in ve sonrasında Alman fizikçi Heinrich Hertz’in elektronik radyo dalgalarının var olduğunu, bu dalgaların tıpkı ışık gibi uzayda yayılmaları gerektiğini öngörmeleri ve bu dalgaların varlığını ortaya koymalarıyla ilk adımlar atılmıştır. 

Fizik alanındaki gelişmelere paralel olarak, bilimsel çalışmalarını Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştiren Nikola Tesla da îcât etmiş olduğu bobinlerle radyo sinyâllerini uzak mesafelere iletebileceğini keşfeder. Tesla, 1895 yılında bu düşüncesini pratiğe dökerek New York’taki laboratuvarından yaklaşık 80 kilometre öteye radyo sinyâlleri göndermeyi başarmış fakat bu buluşun patentini almamıştır. Aynı dönemde radyo sinyâlleri üzerine çalışmalarını sürdüren Guglielmo Marconi ise 1895 yılında radyoyu îcât eder ve 1896 yılında İngiltere’de bu îcâdının patentini alır. Marconi ürettiği kablosuz telgraf sistemiyle, radyo dalgalarını 3 km öteye göndermeyi başarmış, sonrasında da Nobel Fizik Ödülü’ne lâyık görülmüştür.

Radyo yayıncılığının güncel konuma erişmesi ilk programlı yayınla 1920’de ABD’de, ilk sürekli yayınla da 1922 yılında BBC aracılığıyla İngiltere’de olmuştur ve böylece radyo bugün bildiğimiz anlamda bir haberleşme aracına dönüşmüştür.

Ülkemizde ise ilk radyo yayını Cumhuriyet’in ilânından sonra 1925 yılında çıkarılan “Telsiz Tesisi Hakkında Kanun” sürecinde gerçekleşen yoğun çalışmalar sonucu, Atatürk’ün emri ve Eşref Bey’in anonsuyla, İstanbul Sirkeci’deki tarihî postane binasında, 6 Mayıs 1927’de, 19.00 “ajans haberleri” ile başlamıştır. Gazi’nin Ankara’ya gelişi veriliyordur bu haberde. Aralarda klasik müzik yayını da yapmaktadır radyo…O tarihlerde kimsede radyo alıcısı bulunmadığından, halkın radyo yayınlarını dinleyip tanıması, kendi mahallelerinde anlatması ve sesli iletişimin yayılabilmesi için, yayınlar her akşam postane binasının kapısına yerleştirilen bir hoparlör aracılığıyla dinleyene ulaşmaktadır. Başkent Ankara’daki ilk radyo yayını anonsunun duyulması ise 6 ay sonra, Kasım 1927’de mümkün olacaktır.

Yıllar içerisinde gerekli altyapı iyileştirildikçe, radyo yayınları yavaş yavaş evlere ulaşmaya başlar ve yayınların ülke genelinde duyulması 70’li yılları bulur.

Hızla gelişen uydu teknolojileriyle 1990’larda başlayan özel radyo yayınları ile de, çok kısa bir zaman diliminde 1000’den fazla radyo istasyonu aktif hâle gelir. Akabinde internetin  hayatımıza dâhil olması ile, artık uzak ülkelerin radyolarına da erişim sağlanacaktır. 

Günümüzde, modern radyo olarak adlandırılan ve internet üzerinden indirilen dijitâl medya dosyaları aracılığıyla dinleyebileceğimiz podcast’ler mevcut. Yapay zekâ ile tamamen insansız yapılabilen yayınlar ise âhir ömrümüzde görebileceğimiz son teknolojik gelişmelere bir örnek midir bilinmez ancak bir nesil vardı ki, onlar radyo “neşriyâtının” ciddiyetine ve önemine inanarak sahiplendi radyoyu. Onlar için dünyayla bağlantı kurmanın tek aracıydı radyo. 2. Dünya Savaşı’nı da, Hiroşima’ya atılan atom bombasını da, 1960 İhtilâl’i duyurusunu da ilk kez radyodan öğrendi bu nesil…”Ajansın başına oturur”, öyle alırlardı haberleri…

Yine aynı nesil, stand-up diye bir tür olsa, kuşkusuz o zamanın tek temsilcisi olacak Orhan Boran’ın yarattığı karakter YUKİ’yi, Yurttan Sesler Korosu’nu, kimi zaman fasıl kimi zaman tango programlarını dinleyerek eğlenir, Hamiyet Yüceses’in, Safiye Ayla’nın, Zeki Müren’in solist olduğu konserleri kaçırmaz, Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu programlarıyla Türk edebiyatının ya da dünya edebiyatının seçkin örneklerinin canlandırmalarını, çok uzun süren bölümler boyunca, büyük bir heyecanla takip ederdi.

Televizyonla henüz tanışmış sonraki nesil ise, beyaz camın varlığına rağmen uzun bir süre, eski dostu radyodan kopmadı. Okuldan eve gelip Çocuk Saati’ni dinlerken ödevlerini yapan da, üniversite öğrenciliğinde sınavlara hazırlanırken Gecenin İçinden programını dinleyen de, Radyo-3’te Gece ve Müzik’i dinleyerek uykuya dalan da aynı nesildi. Çiftçi ise “Bugün 5 Mayıs 1971, Demirbank iyi günler diler” anonsunun hemen ardından, sabahları saat 06.00’da yayınlanan Köye Haberler ve Günaydın programlarından öğrendikleriyle yön verirdi üretim politikasına. Cumartesi-Pazar günleri 11.00-13.00 saatleri arasında yayınlanan Hafta Sonu ise bir devrin kült müzik-eğlence programıydı. Yine hafta sonları, evin erkeklerinin soluksuz kulak kabarttığı, Halit Kıvanç ve Orhan Ayhan’ın anlatımıyla yayınlanan futbol maçları olurdu. Meşin topun peşinden koşan 22 adamı evlerimizde konuklarken 5 çayı hazırlıkları yapılır, mis gibi kek-börek kokusu sarardı evimizin her yanını. 

Bunca güzelliğe, bilgiye, kültür ve sanata ev sahibi oluşuna duyulan saygıdan mıdır bilinmez; üzerine dantel bir örtü konmak sûretiyle, evlerin baş köşesinde durdu bir zamanlar radyolar. Görünmeyeni görünür, ulaşılamayanı ulaşılır kılmasından sebep, gizeme boğardı dinleyeni sihirli kutu..Hayâl gücünde sınır tanımayan herkesin, içinde konuşan küçük insanlar barındırdığına inandığı radyo, bir döneme adını altın harflerle yazdıran bir buluştu…Ancak teknolojinin gelişmesiyle beraber ne kadar sıradanlaşsa da, büyüsünü hiçbir zaman kaybetmedi konuşan kutu…Sadeliğin hüküm sürdüğü sıradanlıkta büyük bir güç saklıydı çünkü…Şimdi evlerin baş köşesinde değil belki ama daha da yakınımızda radyo…Kulağımızın tâ içinde, ceplerimizde hattâ.

Dinleyen olarak, o kutudan çıkan onca hikâyenin, anlatının, müziğin ve dahi bilginin ışıltısı nasıl sarıyorsa dört bir yanınızı; içindeki konuşan kişilerden biri olarak, sesimin hiç hayâl dahi edemeyeceğim bir coğrafyada, hiç tanımadığım kişilere ulaşma yolculuğu da o denli etkilemiştir beni…Dört tarafı duvarla örülü, arada akvaryum denilen camekânlı bir bölme aracılığıyla teknik personelle iletişim kurabildiğimiz, sadece bir masa ve mikrofondan müteşekkil bir çalışma ortamıdır radyo stüdyosu…O daracık alana siz dünyanızı sığdırırsınız..Sonra, sesinizle o dünyayı alır, dinleyenin kâlbine yüklersiniz. Böylelikle kurarsınız kâlpten kâlbe bir köprüyü…Yeryüzündeki en sağlam köprü de bu şekilde inşâ edilebilir zaten. Hiç tanımadığınız birinin size, sırf sesinizin tınısından ötürü güven duyması, ne büyük bir ikramiyedir, bilir misiniz? İçine düştüğü en koyu karanlıkta da, evine duyduğu en derin özlemde de, hedefine doğru ulaşmaya çalışırken yalnız çıktığı yolculuğun en sıkıcı ânında da, sizsinizdir çünkü dinleyenin yanında olan. Spot ışıklarının altında, güçlü bir makyajla desteklenen ışıltılı görüntünüze değil, sesinizdeki yıldız tozuna bulanmış tınıya meftûndur dinleyen…ve siz de, elle tutulabilir hiçbir özelliği olmayan sesinize yüklenen bu sevdayı hücrelerinize alarak, büyümeyi seçersiniz..Sahici bir sevgiyle kuşatılmak her canlıyı büyütür zira. Benim için “zâhirî olmayan gerçekliğin” tanımıdır bu…Öyle bir gerçeklik ki; bu dünyada niçin var olduğunuzu fısıldar kulağınıza.

4-5 yaşlarındaydım; kendi kendimin en iyi arkadaşı olduğum yaşlar…Yalnızlığımdan beslendiğimi duyumsadığım o zamanlarda, Tanrı’yla sohbetlerim olurdu…Kâh dertleşirdim O’nunla kâh eğlenceli şeyler anlatırdım Tanrı’ya. O’nu duyduğumu ve O’nunla karşılıklı konuştuğumu derinden hissederdim. Çokça da bu sohbetlerde şöyle dediğimi, çok iyi hatırlarım:

“Bir gün herkes beni duyacak. Sana söz; hep iyi şeyler, faydalı şeyler söyleyeceğim ve sesimi herkese duyuracağım.”

Aradan yaklaşık 14-15 sene geçti, ben bir radyocu oldum. İlk zamanlar, çocukluk hayâlimi gerçekleştirdiğimin farkında değildim. Ne zaman ki, kendimi radyoculuğun büyülü okyanusunda yüzerken buldum, işte o an çocuksu hayâllerimi somutlaştırma gücüne de sahip olduğumu anladım. Radyoculuk, mesaisi olmayan bir yaşam biçimi…Zamandan ve mekândan bağımsız, sesiniz aracılığıyla her yerde olabilmenize olanak sağlayan bir akış…Sesinizin olduğu yer ve zamanda siz de varsınız…Gerçek yaşamda, sınırsız paralel evreni inşâ etmenizi mümkün kılan, âdeta sihirli bir güçtür konuşan kutu.

Beş zorlu sınavı geçerek, 18.000 kişinin içinden seçilen 45 kişiden biri olarak mikrofon başına geçtiğimde henüz 19 yaşındaydım. TRT radyolarında canlı yayınların hüküm sürdüğü yeni bir dönem henüz başlamıştı. Günlük akışlarda, canlı yayın saat dilimlerinin uzatılmasıyla birlikte, radyo yayıncılığına da taze kan gelmişti. Bununla birlikte, gelenekselleşmiş ve meşakkâtli bir yapım süreci gerektiren bant yayınlara alternatif olarak, daha dinamik ve kesinlikle otokontrolün ön plânda olduğu canlı yayınlarla, dinleyicinin radyo dinleme alışkanlığına da bir hareket gelmişti. Böylelikle, ben de yüzmeyi direkt okyanusta öğrenmiş oldum. Zordur, adrenalin doludur canlı yayın sunuculuğu…Banttan yayınlarda olan lüks söz konusu bile değildir. Çünkü tekrarı yoktur. O yüzden hataya hem çok açıktır hem de yer yoktur…Hata yaptıysanız da, anlık bir refleksle, hatanızla yüzleşebilme ve onu düzeltme olgunluğu gerektirir. İşte bu koşullarda, 19 yaşında henüz tazecik bir üniversite öğrencisiyken, hayatla tanışmama da hayırlı bir vesile olmuştur radyoculuk benim için; tanıştığım ilk günden itibaren, 29 yıl boyunca, dolu dolu aşk yaşadığım biricik sevdam olan radyoculuk…

Kişisel radyoculuk tarihime binlerce program sığdırmışımdır…Müzik programlarından haberlere, röportajlardan kültür-sanat ve eğitim programlarına..7/24 esasına dayalı olarak, geceden sabaha kadar da program sunduğum oldu, haftasonu, bayram yılbaşı vb. özel günlerde de…Dünya kupasında bizlere bir ilk yaşatıp 3. olan futbol millî takım oyuncularını da, Eurovision’da ülkemize birinciliği getiren Sertap Erener’i de, bu başarıları sonrası, ülkeye adım atar atmaz, henüz havalimanındayken dinleyiciyle buluşturan da ben oldum, 7,4’lük büyük Marmara Depremi’nin ardından bölgeye hemen ulaşıp, oradan ses veren de…Mutlulukta da, başarıda da, hüzün ve kederli zamanda da, beni hiç tanımadan evine, ailesine, hayatına katan dinleyicinin hep yanında oldum. Onların sıcacık ilgi ve sevgisiyle gönendim…Hiç tanışmadığım ama çok iyi tanıdığım milyonların sevgisine mazhâr oldum. 

İstanbul’da yaşadığım dönemde, bir gün Bakırköy’de tren istasyonunda treni beklerken, gözleri görmeyen genç bir adam, ayak sesimden ona yakın durduğumu anlamış olacak, bana saati sordu.

“Saat 3’ü 10 geçiyor”…

Bu dört kelime çıkmıştı sadece ağzımdan…

“Siz Saadet Baykal’sınız” dedi bana..Sonra teşekkür etti. Beni hiç görmeyen milyonların dünyasına yıllardır konuk olduğumu biliyordum evet, ama beni hiçbir zaman gerçek anlamda görme ihtimâli dahi olmayan birinin, bu denli net “görebilmesi”; işte o an, çok sihirli bir andı benim için…4-5 yaşlarındayken ve hâlâ tek gerçek sohbet arkadaşım olan Tanrı, o gün orada, yanımdaki genç adam aracılığıyla benimle konuşmuştu. 

Salt işime duyduğum aşk değil radyoculuk benim için; ilâhi bir sevdâdır aynı zamanda. Stüdyo-mâbedim, mikrofon-kutsal kitabım; ve bir nokta olan ben, sesimi yankılandırırım tüm evrende. 160 yıl öncesine tarihlenen bir buluş, yüzyılın buluşu mudur bilemem…Bu süreçte insanlığa çok daha fazla fayda sağlayan başka teknolojiler de üretilmiştir kuşkusuz. Ancak, gelişen her tür koşula, zamana, teknolojiye, bilime rağmen, insanları birbirine bu kadar yakın kılan böylesine gerçek, başka hangi buluş var diye sorsanız, hiç tereddüt etmeden “radyoyu” işaret ederim. Bunun sırrı da, o “sihirli kutunun” içinde konuşan insanların olmasıdır der; James Maxwell, Heinrich Hertz, Nikola Tesla ve Guglielmo Marconi’nin aziz ruhlarına sonsuz şükranlarımla bir selâm gönderirim.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
SANAT / THE ARTS
Aslı Davaz ('98)

Sınırları Zorlamanın Büyüsü

Getting your Trinity Audio player ready… Yapay zekayı tartışırken, öğrenme ve yaratma süreçlerinde bize eşlik eden, hayal gücümüzü genişleten, sorgulanamaz sandığımız kuralları yıkmamıza, sınırlarımızı zorlamamıza yardımcı olan o büyülü yanından

DAHA FAZLASI / Read More »
KOLEKTİF HAFIZA / COLLECTIVE MEMORY
Kerime Arsan ('70)

Payamlı’nın Gülleri: ’68–’69 Yazı

Getting your Trinity Audio player ready… Bizim okulun öğrenci kulüpleri ünlüdür. Kişiliğimizi oluşturduğumuz, kimlik arayışları içinde olduğumuz yıllarda her yıl farklı kulüpleri dener kendimizi tanımaya çalışırdık. Hiking Club, Drama, Folklore,

DAHA FAZLASI / Read More »
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Doç. Dr. Fatma Nur Eriş ('77)

Kronik Hastalıklar ve Epigenetik

İnsanlar şifa peşinde. Haklı olarak, hekimlerinin çok yetkin olmasını ve her alanda kendilerine yardımcı olmalarını bekliyorlar. Acil Tıp, cerrahi ve tanı yöntemleri konusunda tıpta akıl almaz gelişmeler oldu. Ancak hekimler

DAHA FAZLASI / Read More »