Getting your Trinity Audio player ready...
|
Narin ve Sıla’nın trajik ölümleri vicdanımızı derinden yaralayarak insanlığa dair umudumuzu temelinden sarstı. Bu acı olaylar, yaşadığımız coğrafyadaki aile ve toplumsal değerlerin yanı sıra, devlet ile vatandaş arasındaki güven ilişkisini sorgulamamıza neden oldu. Ne ilk ne de tek olan bu örnekler, birçoğumuzu çocuğa karşı şiddet konusunu düşünmeye yönlendirirken, bazılarımızı da benzer trajedilerin bir daha yaşanmaması için harekete geçirdi.
Cinayet ve cinsel istismar, çocuğa karşı şiddetin en acı biçimleri olarak öne çıkıyor. Ancak, bu konudaki tartışmaların ve çalışmaların, çocuğa yönelik şiddetin tüm türlerini kapsayacak şekilde tasarlanması büyük önem taşıyor. Şiddetin türü ve derecesinden bağımsız olarak, onu doğuran ve yaygınlaştıran nedenler benzerlik gösteriyor. Dolayısıyla, çocuğa karşı tüm şiddet türlerinin engellenmesi için atılması gereken adımlar da birbirleriyle yakından bağlantılı.
Çocuğa karşı şiddet sadece duygusal, fiziksel ve cinsel istismarı değil, aynı zamanda ihmali de kapsar. İstismar, çocuğa zarar veren davranışlar içerirken, ihmal ise çocuğun duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarının karşılanmaması, yani güvende olması için gerekenlerin yapılmaması anlamına gelir. Hem ihmal hem de istismar, çocuğa zarar verir ve çoğu zaman bu iki durum bir arada görülür.
Çocukluk dönemi, 18 yılı kapsayan uzun bir süreçtir ve bu süreçteki gelişim dönemleri birbirinden oldukça farklıdır. Bu gelişimsel dönemlerde çocuğun zaman geçirdiği ortamlar ve sosyal ilişki kurduğu kişiler ve buna bağlı olarak şiddet riskinin kaynağı da farklılaşmaktadır. Bu nedenle, çocuğun ihmal ve istismarı söz konusu olduğunda, bu dönemlerin dikkate alınması önemlidir. Benim çalışma hayatımda en çok odaklandığım dönem olduğu için ve son haftalarda yaşanan acı örneklerle de doğrudan bağlantılı olduğu için, erken çocukluk dönemini diğer dönemlerden ayıran bazı önemli noktalara değineceğim.
Erken çocukluk dönemi, doğumdan 8 yaşına kadar olan yılları kapsar; ancak hamilelik döneminde çocuğun annesi üzerinden dolaylı olarak maruz kaldığı şiddetin gelişimi üzerindeki etkilerini ve Türkiye’de her 12 kadından birinin hamilelik döneminde fiziksel şiddete maruz bırakıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, hamilelik de önem kazanır. Erken çocukluk döneminde şiddetin çocuk üzerindeki etkisini sadece çocuğun doğrudan şiddetin hedefi olduğu durumlarla sınırlı tutmamak gereklidir. Özellikle beyin gelişiminin en hızlı olduğu ilk 1000 gün dediğimiz 0-3 yaş döneminde şiddet ve benzeri olumsuz yaşantıların (adverse experiences) sıklıkla gerçekleşmesi durumunda uzun süre yüksek düzeyde salgılanan stres hormonları çocuğun beyin mimarisini etkileyebilmekte ve uzun dönemde özellikle beynin yürütücü fonksiyonunda gerçekleşen hasar üzerinden olumsuz davranışsal sonuçlar doğurabilmektedir.
Bu noktada önemli bir bulgu da küçük çocuklar açısından şiddetin hedefi olmaları ile şiddetin tanığı olmaları arasındaki ayrımın çok da keskin olmayışıdır. Yani aile içi yaşanan şiddet veya toplum genelinde yaşanan şiddete küçük çocuğun tanıklık etmesi ve bu tanıklık nedeniyle yaşadığı korku ve endişe sonucu yüksek oranda ve uzun süre salgılanan stres hormonları da çocuğun gelişimi açısından önemli bir tehdit oluşturmaktadır.
Küçük çocuğa karşı şiddeti, sonraki çocukluk dönemlerinden ayıran önemli bir diğer boyut, şiddetin görünmezliğidir. Okul çağındaki çocukların sosyal ilişki ağları genişlerken, kendilerini ifade etme becerileri de artmaktadır. Buna paralel olarak okul çağındaki çocuklar, sınıf öğretmenleri ve okul psikolojik danışmanları gibi şiddetin erken tespiti konusunda yasal sorumluluk taşıyan kişilerle daha sık temas halindedirler. Bu nedenle, özellikle aile kaynaklı şiddetin tespit edilmesi okul çağındaki çocuklar için, okul öncesi dönemdeki küçük çocuklara göre daha olasıdır. Diğer bir deyişle, küçük çocuklara karşı şiddet genellikle ailelerin ‘mahrem’ alanında gerçekleşmekte ve bu durum şiddetin daha az görünür olmasına yol açmaktadır. Bu yaştaki çocuğun aile dışındaki temas noktalarının kısıtlı olması da erken tespit ve zamanında müdahaleyi zorlaştırmaktadır.
Tam da bu nedenlerden dolayı, küçük çocuğa yönelik şiddetin erken tespiti için ek önlemler almak önem kazanmaktadır. Bu bağlamda, birinci basamak sağlık hizmetleri, küçük çocukların az sayıda aile dışı temas noktalarından biri olması açısından kritik bir rol oynamaktadır. Sağlık çalışanlarının bebek ve çocuk izlem protokollerinde ihmal ve istismarı tespite yönelik adımlar yer alsa da bu protokollerin etkili bir şekilde uygulanması için gerekli koşulların sağlandığı söylenemez. Son dönemde medyada ön plana çıkan aile doktorlarının zorlu çalışma koşullarını bu açıdan da göz önünde bulundurmak önemlidir. Bu noktada özellikle bebeklik aşılarının tamamlanmasının ardından en az yılda bir kez yapılacak sağlık taraması ziyaretlerinin önemi artmaktadır. Yine erken tespiti desteklemek amacıyla, küçük çocukların yaşadığı kırılgan hanelere sosyal hizmet uzmanları tarafından yapılan ziyaretlere daha fazla kaynak ayrılması, bu temas noktalarının sıklığını ve erişilen çocuk sayısını artırmak ve ziyaretlerin etkinliğini sağlamak için gereklidir.
Şiddetin erken tespiti kritik bir öneme sahiptir; ancak esas amaç, ihmal ve istismarın hiç yaşanmadan önlenmesidir. Aile içi şiddetin yaygınlığı, aile ve hanenin mahrem alan olarak görülmesi ve şiddeti caydırmaya yönelik cezai tedbirlerin sınırlı etkisi dikkate alındığında, şiddetin temelinde yatan yapısal nedenlere odaklanan önleyici çalışmaların önemi artmaktadır.
Çocuğa yönelik aile içi şiddetin çoklu nedenlerine baktığımızda, fiziksel ve duygusal şiddete dayalı disiplin yöntemlerinin normalleştirilmesi ve olumlu disiplin yöntemlerinin bilinmemesi öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, olumlu disiplin yöntemleri konusunda ebeveynleri bilgi, tavır ve davranış değişimi sürecinde destekleyen çalışmalar şiddetin önlenmesinde etkili bir müdahale alanı olabilmektedir. 2012’den beri küresel düzeyde kanıt temelli bir model olarak ön plana çıkan ve birçok ülkede uygulanmakta olan ‘Parenting for Lifelong Health’ (Hayat Boyu Sağlık için Ebeveynlik) Türkiye’deki benzeri çalışmaların etkililiğini artırma potansiyeli noktasında dikkate değer bir modeldir.
Aile içi şiddetin çoklu nedenlerine dönersek, evdeki yetişkinlerin öfke kontrol sorunları, kronik stres bozukluğu ve diğer ruhsal sağlık sorunları, çocuğa karşı fiziksel ve duygusal istismarın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte, temel bakım veren ebeveynin depresyon gibi ruhsal sağlık sorunları, bir diğer şiddet türü olan ihmale neden olabilmektedir.
Bu noktada, doğum yapan kadınların %10 ila %20’sinde görülen doğum sonrası depresyonun erken tanısının konması ve tedavisi kritik öneme sahiptir. Tüm bunlar göz önüne alındığında, çocuğa karşı aile içi şiddetin önlenmesine yönelik çalışmaların ebeveynlerin ruh sağlığını ve genel iyilik hallerini desteklemesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.
Narin ve Sıla’nın trajik ölümleri üzerinden tartışmaya başladığımız cinayet ve cinsel istismar vakaları, küçük çocukların maruz kaldığı büyük bir şiddet buzulunun, belki de en sarsıcı örnekleri olmaları nedeniyle, bizlerce görünen kısmıdır. Gereken, bu devasa buzulun toptan dönüşmesi ve değişmesidir. Böyle bir değişim için, gücünü toplumsal tepkilerden alan kısa süreli komite çalışmaları değil, aile içindeki her türlü şiddetin azaltılmasına odaklanan uzun vadeli, kanıta dayalı planlama çalışmaları ve yeterli kaynak ayrılması gerekmektedir. Bu noktada, vatandaş olarak bizim görevimiz, dönemsel duygusal tepkilerimizi koordineli ve uzun süreli savunuculuk çalışmalarına dönüştürmektir.
Dr. Özsel Beleli (‘97), temel eğitim politikaları ve erken çocukluk gelişimi politikaları alanlarında danışman olarak uluslararası kuruluşlar ve devlet kuruluşlarıyla çalışmaktadır. Erken çocukluk döneminde şiddetin önlenmesi konusunda analiz raporları hazırlamış ve Filipinler ve Türkiye’de erken çocukluk gelişimi ulusal stratejisinin oluşturulmasına teknik destek vermiştir. Washington, D.C.’de yaşamaktadır.