kÜNYE

Hakkari’de Dört Mevsim

Getting your Trinity Audio player ready...

Geriye dönüp baktığımda, Hakkari gezisi nasıl oluverdi biraz şaşırıyorum. İngiltere’de geçirdiğim dört ayın ardından İzmir’e döndükten günler sonra Hakkari’ye gitme kararı vermiş, Haziran’ın ilk günlerinde dönüş tarihi belli olmayan bir biletle yola çıkıvermiştim; hem de pandemi döneminde! Hakkari yeni kitap çalışmamın ilk planlı yolculuğuydu. ‘Doğu’ benim için henüz meçhuldü, yani yalnız gitmeye pek cesaretim yoktu, hem de Covid meselesi hala Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktayken. İyi bir tesadüf oldu; fotoğrafçı dostlarım Akbaş çiftinin Hakkari’ye grup götürdüğünü gördüm ve onlarla konuşup orada oldukları tarihlerde aynı otelde kalmayı ayarladım.  Böylece hem “özerk” gidiyor hem de tanıdıklarımın orada olacağı güvencesiyle hareket ediyordum! Yola çıkmama birkaç gün kala yeni tanıştığım birisi, Hakkari’de yerel destek alabileceğim iki kişinin telefonunu verdi. Şehriban isimli kişiyi aradım; bir kitap çalışması için Hakkari’ye gittiğimi, rehberlik yapabilecek birileriyle temas kurmak istediğimi açıkladım; o beni havaalanında karşılayacağını söyledi. “Aman hiç gerek yok, otele ben taksiyle giderim” desem de ısrar etti. 

Beni alanda karşılayan Şehriban Zeydan güzel ve güler yüzlü, güzel diksiyonlu, özgüvenli ve samimi ama saygıda kusur etmeyen, yirmili yaşların sonlarında sanat tarihi mezunu genç bir kadındı. Bavulumu bırakmak için otele gittiğimizde bana telefonu verilmiş olan diğer kişi, İstanbul Hakkarililer Derneği başkanı Şemsettin Demir lobide bekliyordu. Anladım ki Şehriban aynı dernekte çalışıyor ve her ikisi de ziyaretim nedeniyle İstanbul’dan Hakkari’ye gelmişler! Böylesine bir ihtimama hiçbir şekilde hazır değildim. Bu seyahatten sonra Kürt illerine birçok kez tek başıma gittim ve her daim, dünyanın başka hiçbir yerinde görmediğim bir içtenlik ve bonkörlükle ağırlandım. Önceden tanımadığım insanlar bana evini ve gönlünü açtı, ellerinden gelen en mükemmel şekilde ağırladı, ağzımdan çıkan her isteğim yerine geldi. Tekrar tekrar yaşadığım bu insaniyet ve gönül zenginliği için sonsuz şükran duyduğumu belirtmeliyim.

Hakkari, Türkiye’nin en dağlık illerinden biri: %88’i dağlarla, %10’u platolarla ve %2’si ovalarla kaplı. İlde 3000 metrenin üzerinde 15 zirve var; bunların en yükseği 4170 metre rakımlı Reşko. Doğu-batı yönündeki dağ sıraları çoğu zaman kuzeyden güneye akan ırmakların oluşturduğu dik ve derin vadilerle yarılıyor; bu vadilerin çoğu 1000 metreden daha yüksek. Hakkari’nin temel geçim kaynağı hayvancılık, buna ek olarak da az miktarda tahıl yetiştirilebiliyor ve bahçe tarımı yapılıyor. Hayvancılık dağlardaki yaylalarda ortaklaşa kullanılan otlaklarda ve ot biçilen arazilerde gerçekleştiriliyor.

Yüksekova 175 km² alanıyla Hakkari’nin en geniş, 2000 metreye yakın rakımıyla Türkiye’nin en yüksek ovası, ilin en büyük ilçesi. Merkezden uzaklığı seksen kilometre; hem İran hem Irak’la sınırı var. Havaalanı ve en düzgün oteller Yüksekova’da. Şehriban’ın ailesinin yaşadığı Büyükçiftlik, dağlarla çevrelenmiş, bir iki katlı evleri aheste bir şekilde alana yerleşmiş, ferah, aydınlık bir köydü. Burası Hakkari’nin en büyük aşiretlerinden biri olan Pinyanişilerin en köklü ailelerinden Zeydanların merkez köyüydü. Aşiret liderlerinden Teoman Zeydan beni ve Akbaşları iki kez Yüksekova’deki evinde akşam yemeğinde ağırladı. Aşiretten herhangi birine dışarıdan hatırı sayılır bir misafir geldiğinde, aşiret büyüklerinin misafirle ilgilenmesi ve yemekte ağırlaması ile bölgede başka yerlerde de karşılaştım.

Şehriban’ın annesi Nihayet Hanım onlarda kalmam için çok ısrar etti; kırmamak adına bir gece kaldım ama birçok günü evlerinde geçirdim. Beni şahane bir şekilde ağırlamakla yetinmedi bir de düğünlerde giydikleri ‘fistan’ armağan etti. Nihayet Hanım ev işleri ve yemekleri yapıyor, koyun ve keçileri sağıyor, ailenin tüm tereyağı, peynir ve yoğurdunu üretiyor, haftada bir iki kez kendi tandırında ekmek pişiriyor, evden bir kilometre kadar uzakta olan ahırdaki ineklere bakıyor, ahır yakınındaki bostanda sebze yetiştiriyordu. Tüm besin ihtiyaçlarının %70’ini üretiyor, fazlasını akrabalara dağıtıyordu. Nihayet Hanım bir berivandı; anlamı ‘süt sağan kadın’. Her sabah ailesine kahvaltı hazırladıktan sonra berivan giysilerini giyiyor, toz ve güneşten koruyan örtüsünü sadece gözleri açıkta kalacak şekilde başına bağlıyor ve atına atladığı gibi dağlara doğru yollanıyor. Bindiği atın gem, üzengi, eyer ya da dizgini yok; yalnızca yular, binicinin oturması için bir ince döşek ve minder, iki yanda süt bidonlarını koymak için heybe ve atı yönetmek için yulara bağlanmış bir halat var.

Köyde yaşayan bir üst nesil Kürt kadınlar için Nihayet Hanım’ın yaşam biçimi norm iken, yeni nesil büyük bir hızla değişmekte. Genç nesil kadın eğitimini tamamlamayı ve kentli olmayı tercih ediyor. Daha genel çerçevede ise bin yıllardır süregelen, yörenin geçim, besin ve üretim kaynağı olan ‘sürdürülebilir’ hayvancılık yöntemi; kültürü şekillendiren yarı göçebe yaşam tarzı yok olmaya doğru gidiyor. Eskiden, havalar ısınınca aileler yaylaya hayvanlarla birlikte gider, siyah yünden el yapımı çadırlar kurar ve üç ay kalırmış. Ancak yaylalarının birçoğunda ‘90lardan bu yana çadır kurmak yasaklanmış. İlkbahar ve yaz aylarında dağ yamaçlarındaki yaylalardaki hayvanları sağmak için her gün zor yollardan gidip dönmek son derece zahmetli bir iş. Ailelerin gençleri artık bu işleri ve köy yaşamını tercih etmiyor. Ayrıca bölgede binlerce köyün boşaltılması ve ekonomik zorluklar nedeniyle büyük kentlere göç, köylerde hayvancılık ve tarım yapan nüfusu iyice azaltmış. 

Büyükçiftlik’ten berivanların hayvanlarını sağdığı yaylaya ilkinde aheste bir yürüyüşle iki saatte çıktık. Ama ikincisinde berivanlarla birlikte traktör römorkunda gittim ve döndüm.  Nihayet Hanım bana temiz bir kadife şalvarını ve kollarımın kirlenmemesi için bir çift kolluk giydirdi, başımı da berivanlarınki gibi bağladı. Eriyen karların çekildiği, havanın yeni ısındığı, doğaya zinde bir yeşilliğin hakim olduğu günlerdi. Yaylaya çıkan toprak yolun yanı başında coşkuyla, gürül gürül bir dere akıyor; yeşilin canlı tonları arasında yer yer ufak sarı çiçekler, ya da beyaz çiçekler halı gibi serilmiş; ya da pembesi, sarısı, moru birbirine karışmış; al gelincikler bazen diğerlerinin arasında yalnız takılıyor, bazen onlar da toplanmış, yeşili örtmüş. Birçok yerde pınar suyu kayaların arasından süzülerek akıyor. Ama tabii ki sağımız, solumuz, karşımızda sert, dik ve haşin dağlar var.

Berivanlar yaylaya vardıktan kısa bir süre sonra koyun sürüleri, çobanlar ve köpekler eşliğinde yükseklerden aşağıya doğru gelmeye başladı ve sağılacakları alana alındı. Bizim olduğumuz yükseklikte hala daha erimemiş kar yığınları vardı.  Berivanlar hemen sağmaya başladılar. Herkes nasıl kendi hayvanlarını tanıyor ve hangisini sağacağını biliyor hayretler veren bir şey. Sanki binlerce öğrencisi olan bir okulda her öğretmenin kendi sınıfındakileri tanıması gibi! Kısa bir uygulamalı dersten sonra ben de bir keçi ve koyun sağmayı denedim. Berivanlar koyun ve keçileri sağarken az sayıdaki erkek de hayvanlarını kırpıyordu. Yemek saatinde tüm yemekler ortaya konuldu ve herkes birlikte yedi. İşler hafifleyince birkaç kadın bir araya geldi, sohbet başladı, bir tanesi keyifle bir sigara yaktı. İki genç kız bir kayanın üstünde hararetli bir konuşmaya daldı. Yemek yenen kaplar, süt sağılan bakır güğümler ve plastik huniler akan derede yıkandı. Saat 15.00’e geliyordu dönüş başladı. 

Hakkari’nin Cilo Dağları’nda doğal güzelliği ile ün salmış olan Cennet Cehennem Vadisi’ne fotoğrafçı gruba misafir olarak gittim. Vadiye, Kırıkdağ köyünden sonra, kıvrıla büküle dağı tırmanan daracık bir toprak yoldan sarsıla sarsıla bir saat on beş dakikada gittik. Yol, eni dar ama fokur fokur kaynarcasına köpürerek akan bir ırmağın yanı başından seyrediyor. Yolun manzarası olağanüstü. Su kendine derin bir yatak oymuş; yanından dimdik yeşil yamaçlar yükseliyor. Bu yamaçlara envaiçeşit çiçek, otsu bitki ve ağaç dağılmış ama yükseldikçe yamaçlar çıplaklaşıyor.  Köpürerek akan suyun içinden dev kayalar zırt fırt kafalarını çıkartıyor. 

Cennet Cehennem Vadisi’nde bizi karşılayan manzara gerçekten yeryüzünün seçilmiş bir mekanıydı.  Başımı hangi yöne çevirsem durup uzun uzun bakmak, içimde hissetmek, zihnime kaydetmek istediğim bir manzara… Kartpostal karesi üstüne kartpostal karesi. Derin vadinin içinde köpüren dereyi çevreleyen yemyeşil yamaçların üstünden yükselen granit duvarlara öbek öbek buzullar yayılmış. Ve bunların berisinde Türkiye’nin ikinci en yüksek zirvesi Reşko. Devasa kütlesi her şeye meydan okurcasına hükümran; çevresiyle birlikte nefes kesen bir ihtişam. Hem ürkütüyor hem büyüsüne kaptırıyor…

Cilo Dağı’nın barındırdığı buzullar ve buzul gölleri Türkiye’nin fevkalade önemli coğrafi unsurları ve doğa mirası. Reşko zirvesine doğru yürüdüğünüzde toprak yolun yanı başından akan dere eriyen karların meydana getirdiği pek çok dereden biri. Derenin iki tarafında da muazzam bir yeşilin koynuna girmiş sapsarı çiçek örtüsü göz kamaştırıyor. Çiçekler yer yer insan beli boyunda. Az sonra toprak yol yok oluyor; biz derenin yanından arazide yürümeye devam ediyoruz. Saat on ikiye yaklaştığında güneş gücünü sırtımızda hissettirirken, elimi derenin içinde soğuktan uyuşmadan birkaç saniyeden fazla tutamıyorum. Boşuna ‘Hakkari’de dört mevsim aynı günde yaşarsınız’ demiyorlar. Burası öyle bir doğa ki zenginliğini kanıksamanıza asla imkan yok. Altın gibi göz kamaştıran çiçek örtüsü yerini gümüş gibi parlayan buzullara; sarı çiçek yığınları yerini mor ve eflatunlara; yeşillerini, çiçeklerini kuşanmış yumuşak inişler yerini çırılçıplak sert dikliklere; terleten güneş yerini buza devrediveriyor. 

Yükseklik hafif hafif arttıkça arazi biraz zorlaştı. Daha yükselince de belli noktalarda buzul üzerinden yürümek gerekti. 2200 metre rakımda araçları park ettiğimiz noktadan Reşko’nun karşısında durup dinlendiğimiz 2713 metreye gidip dönmemiz sekiz buçuk saat sürdü. Araçlara binerken farkında olmadığım şey, vadide çektiğim son fotoğrafın hemen arka yüzündeki yaylaya ertesi sabah gidecek olduğumdu.

Benim Cennet Cehennem Vadisi’nde olduğum gün Şemsettin boş durmamış, Meydan Belek’i görmemiz için validen aldığı izin belgesiyle Büyükçiftlik karakoluna gitmiş ve karakol komutanı astsubaydan araç ve sürücü vaadi almıştı. Ertesi sabah astsubayımız bize bir Navara pikap ile yolu ve yöreyi iyi tanıyan bir köy korucusu sürücü tahsis etmişti. İlk akşam bizi yemekte ağırlamış olan aşiret lideri Teoman Zeydan’ın önermiş olduğu, yerel haber ajanslarından birisinden bir gazeteci de bize katıldı. Bir korucu rehberliğinde ve gazeteci refakatinde yasaklı bölgeye gidiyor olmam, acaba göz ve kulakların üstümde olduğu anlamına mı geliyor düşüncesi aklımdan geçmedi değil.

Daha yola çıkmamızla birlikte manzara yine olağanüstü bir doğa güzelliği sundu bize. Karşıdaki dağların üstünde ve aşağısında yeşilin tüm tonları mevcut, arkasındaki çıplak yamaçlar ise karla örtülüydü. Bu sabah Cilo Dağı’nın diğer tarafındaydım. Manzara yine büyüleyici ama bu kez dağların arasında derin bir vadide değil, geniş bir yayladaydık. Dik ve sert yamaçlar uzağımızda kalmış, yeşilin tonları, berrak gökyüzünün pofuduk bulutlarının altında nazikçe yuvarlanan tepelerin üstünden uzayıp gidiyor; tepelerin üzerine serpilmiş kar öbekleri dağa taşa damalı ineğe benzer bir görüntü veriyordu. Ve tabii bu büyük genişliğin içinde farklı konumlarda koyun sürüleri, çobanları ve köpekleri ile serbest dolaşan atları manzarayı süslüyordu. 

Bir başka gün gittiğimiz Şemdinli yol güzergahı karşımıza yine olağanüstü dağ manzaraları çıkarttı. Yol kıvrıla büküle yılanvari kavislerle dağların arasından uzanıp gidiyor. Bir noktada karşıdaki dağlara işaret edip, “Orası İran” dediler. Şemdinli’den önceki son geçit olan 1900 metre rakımlı Şapatan Geçidi’nde şoförümüz manzarayı seyretmemiz için durdu. Arabadan inip biraz yürüdüm. Fotoğraf çekmeye konsantre olmuşken arabadan Kürtçe müzik sesleri gelmeye başladı. Kulağıma ulaşan nameler adeta baktığım dağların yankılanmasıydı. Tüylerimi ürperten, sözlerini anlamadan yüreğime saplanan bir ses ve insanı azameti ve gücüyle ürküterek büyüleyen bir manzara… O gün bu gündür Kürt diyarında Kürtçe müzik duymayı seviyorum.

Yüksekova ile Hakkari merkez arasındaki yol heybetli dağları yarmış, iki taraflı çıplak dik kayalığın arasından sessiz sedasız kıvrıla büküle ilerliyor. Yol uzun süre Zap Suyu’nu takip ediyor. Zap Türkiye’nin en hızlı akan nehri, Zap Vadisi ise Türkiye’nin en dar ve derin vadilerinden biri. Hakkari’ye oldukça yakın bir noktada devasa boyutlardaki Gündoğdu Mağarası ve karşısında Zap’ın üstüne kurulmuş Deniz Gezmiş Köprüsü durup görmeye değer noktalar. Zap Suyu’nun bir kolu olan akarsu kıyısına kurulmuş kır lokantalarında taze balık ve salatanın tadına doyum yok.

Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki bölgeye zihnimde yeni bir kitap çalışması planıyla yaptığım bu ilk seyahat, sonraları da yaşayacağım olguların habercisiymiş.  İlk olarak, toplum misafire sınırsız şekilde dostluk ve her anlamda bonkörlük sergiliyor. Bunu her seferinde kalbimin derininden minnetle ve muhabbetle yaşıyorum. İkinci olarak, Bölge bir yandan olağanüstü ve çarpıcı doğal güzelliğe; diğer yandan medeniyet tarihinin miladından bu yana yoğrulmuş kültürel gelenek ve tarihi mirasa sahip. Bu bir seyyah için hiç bitmeyen bir zenginlik. Üçüncü olarak, ülkenin Kürt olmayan yerlerinde yaşamadığımız, bilmediğimiz, bildiğimiz kadarını da düşünmediğimiz, anlamadığımız, hatırlamak istemediğimiz, empati kurmadığımız ve umursamadığımız baskılar, acılar, kayıplar, yerinden yurdundan olmalar, haksızlıklar ve yoksunluklar bir asırdan uzun zamandır yaşamın bir parçası. Bu gerçek de benim bir ömür sahip olduğum ilkeleri derinden sorgulamama neden oluyor.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Guliz Elal ('74)

Gizemli Kalahari

Getting your Trinity Audio player ready… Gökkuşağı Ülkesi’ni* yazarken birçok kez Güney Afrika’ya gittim; ülkenin farklı bölgelerinde, farklı mevsimlerde, farklı koşullarda ve farklı sürelerle yaşadım. Ama ta kuzey ucunda, Namibya

DAHA FAZLASI / Read More »
SANAT / THE ARTS
Kerime Arsan ('70)

“Marifet iltifata tabidir.”

Getting your Trinity Audio player ready… Yargı, üç sezon boyunca televizyon ekranlarının en sevilen dizilerinden biriydi. Savcı Ilgaz Kaya hukuka olan inancı, ilkeli duruşuyla hayranlık uyandıran bir karakterdi. Ilgaz, ACI

DAHA FAZLASI / Read More »
KOLEKTİF HAFIZA / COLLECTIVE MEMORY
Saadet Baykal ('88)

Yetim Kokusu

Bundan tam 40 yıl öncenin Türkiyesi; Türkiye’nin İzmir köşesi… 13-14 yaşlarında bir grup kız çocuğu… Ergenliğin ufukta bir mertebe olduğu zamanlar… Zamanın ruhu öyle çünkü. Renk cümbüşü bir 80’ler modası,

DAHA FAZLASI / Read More »