kÜNYE

Gizemli Kalahari

Getting your Trinity Audio player ready...

Gökkuşağı Ülkesi’ni* yazarken birçok kez Güney Afrika’ya gittim; ülkenin farklı bölgelerinde, farklı mevsimlerde, farklı koşullarda ve farklı sürelerle yaşadım. Ama ta kuzey ucunda, Namibya ve Botsvana sınırına yerleşmiş bir çöl vardı ki “Ben olmadan olmaz” diyordu. Yıllar içinde rastladığım kitaplar, gördüğüm fotoğraflar, duyduğum şarkılar, katıldığım sohbetler ile Kalahari’ye karşı merakım gittikçe arttı. Ben dünyanın bu ücra ucuna nasıl gideceğimi tasarlamaya çalışırken, beklenmedik bir şekilde namı uluslararası camiaya yayılmış doğa fotoğrafçısı Hannes Lochner’in dört kişilik Kalahari fotoğraf turuna katılma olanağı çıktı karşıma. Lochner Kalahari’yi kendine vatan edinmiş, sekiz buçuk yıl çölde bir çadırda yaşamış; bu haşin coğrafyayı karış karış ezberlemiş, hayvan davranışlarını gece gündüz gözlemlemiş bir usta. 

Kalahari Çölü altı farklı ülkenin sınırları içinde yer alıyor; çevresindeki havzasıyla birlikte 2.500.000 km² genişliğinde, yeryüzünün en geniş kum alanı. Çölün Güney Afrika Cumhuriyeti ve Botsvana’da yer alan bir bölümü milli park olarak korunuyor. Kgalagadi Sınır Ötesi Milli Parkı’nın yüzölçümü 38.000 km²; yani İzmir, Manisa ve Muğla illerinin toplam büyüklüğünde. Kgalagadi’ye memleketin ta diğer ucunda yer alan Durban’dan kara yoluyla gidip döndüm. Sizi haritaya bakma zahmetinden kurtarayım, bunun Van’a İzmir üzerinden gitmek gibi bir şey olduğunu söyleyeyim! Lochner’in fotoğraf turunu bana haber vermiş olan Güney Afrikalı dostlarım Tim ve Yvonne kara yolculuğunu sevdikleri için Kgalagadi’ye kendi araçlarıyla gideceklerini ve turdan önce üç gün yörede kendi araçlarıyla dolaşacaklarını bildirip, onlara katılmamı teklif edince, memnuniyetle kabul ettim. 1500 kilometrelik yolu her iki yönde de Kimberley’de böldük; büyük kısmı daha önce görmediğim yerlerden geçen bu yol kendi başına bir keyif kaynağı idi. 

Kalahari’yle tanışmam yaklaştıkça ben de çölün büyüsünün nereden kaynaklandığını gittikçe daha çok merak ediyordum. Cevabını bulmak hiç de zor olmadı! Öncelikle uçsuz bucaksızlık, sonsuz bir açıklık duygusunu hemen hissettirdi. Doğanın sonsuzluğu ve ufkun kesintisizliği Afrika’da tekrar tekrar yaşadığım ve tutkunu olduğum bir duygu. Ama Kalahari karşıma, daha önce ne Afrika’da ne başka bir yerde yaşamadığım sürprizler çıkardı. Sonsuzluk hissini veren bu evrene hakim olan tezatlar kendini hemen gösterdi. Sabahın tatlı serinliği, pastel tonları ve yumuşak hatları aniden haşin bir güneş, kapkara gölgeler ve sert çizgilere dönüşüyor. Gün sonunda ışık, renk ve gölgeler tekrar çarpıcı bir devinim sergiliyor. Günün akışı içinde meydana gelen bu ani değişimlere ilaveten günden güne meydana gelen gidip gelmeler hayalimin ötesindeydi. 

Kalahari’de Ekim ayı soğuk ve kurak mevsimin sonu, yağış ve aşırı sıcakların öncesi, teorik olarak ‘ılık’ dönemdi. Oysa gerçek bambaşka oldu. İlk üç gün hava pırıl pırıl açık, sakin ve aşırıya kaçmayan sıcaklıktaydı. Sonraki gün ısındı, kırklı derecelere dayandı ve aynı zamanda rüzgar çıktı; gün içinde ara sıra etrafımızda kum bulutları uçuştu. Park girişinden 210 km uzaktaki Polentswa’ya vardığımızda hava iyice soğumuş, rüzgar artmış, gökyüzünün ruh hali değişmişti. Ertesi gün artıp azalan dalgalarla kum fırtınası esti. Gece ardı ardına çakan şimşek ve yağmur eşliğinde muazzam bir fırtına patladı; koca çadır şale uçacak gibi çatırdadı, uğuldadı ve gıcırdadı. Bundan sonraki iki gün hava iyice soğuk ve yağışlıydı; sonra yağmur durdu ama soğuk devam etti. Son günümüzde ise hava yine kırk derece oldu. Kgalagadi’ye Lochner ile çöle yakışan bir sıcakta girmiştik, park kapılarından aynı durgun sıcakta çıktık. Sanki bina gibi sağlam çadırı çatırdatan, etrafı toz bulutuyla örten, kutuplara yakışır giysiler içinde titreten, duştan akan suyu savuran, gök gürültüsünün aslan kükremesini yuttuğu hava koşulları bambaşka bir evrendeymiş ve biz oraya ışınlanıp geri gelmişiz gibi. Kısacası Kalahari’de geçirdiğim on günün her biri öncekinden dramatik bir şekilde farklıydı. 

Kgalagadi’nin yerel dildeki anlamı ‘çok susuz toprak’. Milli parkın ana arter yolları, kurumuş olan Nossob ve Auob Nehir yataklarını takip ediyor. Geniş nehir yatağının iki yanında güneşten yanmış gibi kırmızı kum tepelerle, aralarına yerleşmiş beyaz taş tepeler adeta sonsuza doğru uzanıyor. Kumun kızıllığı demir oksitten, kayaların beyazlığı içerdiği kalsiyumdan, düzlüklerdeki beyaz bölgeler tuz yataklarından kaynaklanıyor. Kalahari’nin iklimi yarı kurak, yani az da olsa yağmur alıyor ve bu nedenle bir miktar bitki örtüsüne sahip, savan olarak sınıflandırılıyor. Kızıl kum zeminin üstüne yayılmış olan bodur çalılar ve akasya familyasından tek tük ağaç bana çilli bir yüzü anımsatıyor. Bazı yerlerde de sararmış uzun ot kümeleri, kızıl kumulların eteklerinde dalgalanıyor. Bu az bitki örtüsü hem coğrafyaya kısmen yeşil bir görüntü kazandırıyor, hem de kumun sabit kalmasını sağlıyor; başka çöllerdeki gibi kumulların yer ve şekil değiştirmesini engelliyor. Bu kumullar son buz çağının sonunda, 6.000 yıl kadar önce oluşmuş. 

Kgalagadi Milli Parkı çöl olmasına rağmen yaban hayatı açısından fevkalade zengin: memeli hayvan yelpazesi içinde 80 tür barındırıyor; kaplumbağa, yılan ve keler gibi çok sayıda sürüngen türüne ev sahipliği yapıyor; 240 kuş türü arasında, havalandıklarında gökyüzünü bulut gibi kaplayan ufak türlerden, doğan, kartal ve akbaba türleri gibi yırtıcılara uzanan geniş bir çeşitlilik söz konusu. Düzlüklerde toplanan Afrika antilobu (gnu), springbok ve kızıl antilop sürüleri çöl manzarasını süslüyor; en görkemli antilop türlerinden olan gemsbok (orix) ve eland siluetleri gün doğumu ve batımında kumul tepelerinde etkileyici tablolar oluşturuyor. Çakal ve tilki türlerine sık rastlanıyor. Bu yörenin maskotu haline gelmiş olan mirket ve yer sincapları sürekli hummalı bir faaliyet içindeler.  Ama Kalahari’nin en ünlü ve iddialı olduğu alan kedileri: siyah yeleli aslanlarıyla aslan sürüleri, çita ve leoparları, yaban kedileri ve karakulakları.

Kalahari’de yaşayan hayvanlar yılın büyük kısmında yüzey suyu olmamasına uyum sağlamışlar. Doğaya insanın müdahale etmediği koşullarda Afrika’nın otçulları su bulmak için, yağışlarla bağıntılı şekilde uzun mesafeler göç ediyor; karnivorlar da onların bu akışına ayak uyduruyor. Ancak Kalahari’nin Güney Afrika ve Botsvana’da kalan bölümleri milli park olunca, Namibya sınırına konulan çitler su bulmak için göç eden otçul sürülerinin doğal akışını engellemiş. Bu nedenle, parkta belli aralarla yer alan yapay su kaynakları bu hayvanlar için bir cankurtaran görevi görüyor. Bu ufak havuzlar, Kgalagadi milli park statüsüne getirilmeden önce parkta yaşayan San kabilesinin büyük ve küçükbaş hayvanları için açılmış olan sondaj kuyularından çıkan suyla doluyor. Yapay su kaynaklarından göçü engellenmiş türlerle birlikte her tür hayvan yararlanıyor. Bazı çukurların suyu o kadar tuzlu ki hayvanlar suyu susuzluk gidermek için değil, tuz ihtiyacını karşılamak için kullanıyor.

Kgalagadi Güney Afrika’da aslan izlemek için en gözde milli park olarak anılıyor. Aslanları çöl ekolojisine uyum sağlamış. Açık renk postları düz ve çıplak arazide av izlerken daha iyi kamuflaj sağlıyor. Haftalarca su içmeden ve seyrek aralıklarla beslenerek hayatta kalabiliyor; gerektiğinde kirpi ve tilki gibi küçük hayvan avlıyorlar. Kalahari aslanlarının göreceli olarak iri yapılı olması da çöl koşullarına evrimsel uyum sağlamış olmasından kaynaklanıyor. Kurak ortam nedeniyle çölde otçul yoğunluğu düşük; yani karnivorlar için besin kaynağı sınırlı; yani bir sürünün kendini besleyebilmesi için daha geniş bir alana hakim olması gerekiyor. Bu da sürüler ve bireyler arası rekabetin yüksek, zayıfların seri bir şekilde yok olması anlamına geliyor. Kalahari aslanları, özellikle iri yapılı ve koyu renk yeleli erkekleri gerçekten olağanüstü yaratıklar! 

Bu gezide Hannes Lochner ile olmanın önemi, onun yöredeki hayvanları ve davranışlarını iyi tanıması, ilginç olayları öngörebilmesiydi. Birkaç kez hiç de ilginç görünmeyen bir yerde durup 1-2 saat bekledik ve muhteşem sahnelerle ödüllendirildik. Bir sabahın erken saatlerinde, Hannes’in kuş avlamak için çakal geleceğini söylediği bir su çukurunun yakınında beklemeye başladık. Kısa bir süre sonra çakal uzakta göründü, usul usul yaklaşıp çukurun yanı başına pusuya yattı. Kuşlar önce uçuştu ama bir süre sonra suya geri geldi. Çakal yere yapışık şekilde pusuda bekledi. Sonra ani bir hamleyle çukura resmen uçarcasına fırladı ve çırpan kanatlar, uçuşan tüyler arasından bir kuş yakaladı. Olay saniyeler içinde cereyan etmişti. Aynı olay zincirini iki kez daha izledik. Bu süreci izlediğimiz sırada ara ara kum fırtınası esiyor, çakal ve kuşlar bir kum bulutunun içinde gözden kayboluyor, az sonra perde açılıyor ve yine aynı sahne bizi karşılıyordu. 

Başka bir sabah, iki erkek aslanı hayranlıkla izledikten sonra, “Sürünün geri kalanı yakındadır” dedi ve civarda hummalı bir arayışa girdik. Nitekim bir su çukuru yakınında ulu bir ağacın altında iki erişkin dişi ve dört erişkine yakın yavruyu bulduk. Sabahın erken saatlerinde avlamış oldukları kocaman gemsbok antilobu karın kısmı haricinde bütün durumdaydı. Aslanların avı yemek için hiç acelesi yok, tümü istirahat pozisyonundaydı. O gün birkaç kez bulmuş olduğumuz bu lokasyona dönerek bol bol aslan izleyebildik.

İki kez bir ebeveyn ile yavru çakalların olağanüstü sevimli ve sevecen etkileşimlerini izledik. İlkinde, Lochner yoldan elli metre kadar içeride bir ağacın altındaki çakala işaret ederek, “Çakallar çift olarak yaşar. Büyük olasılıkla diğer ebeveyn yiyecek getirmeye gitmiş, buradaki yuvayı gözetiyordur. Biz de yavruların yuvadan çıkıp oynamalarını izlemek için bekleyelim” dedi. Bir süre sonra yolun yakınındaki bir delikten bir afacan fırladı; sonra aynı delikte bir çift kulak belirdi ve çok daha temkinli bir şekilde ikinci yavru çıktı. Bu iki yavrunun birbiriyle oynaması unutulmayacak bir tabloydu. Birbiriyle sarmaş dolaş, öpüş koklaş oluyorlar, sonra biri diğerini kovalamaya başlıyor, çocuk heyecanıyla oynuyorlar, biri ine giriyor, diğeri arkasından dalıyor, sonra ikisi birden çıkıyor ve oyuna devam…

O bölgeyi ve hayvan davranışlarını iyi bilen usta bir önder yaban hayat görme ve ilginç sahneler yakalama olasılığını kesin olarak etkiliyor. Ancak eninde sonunda bu bir şans meselesi. Memleket gibi geniş alanlarda son derece seyrek yollarda günlerce araç içinde seyrediyorsunuz. Bazen tüm gün çok ilginç bir şey görmeyebilir, bazen de art arda inanılmaz sahnelere tanık olabilirsiniz. Doğa birbiriyle etkileşim içinde sonsuz genişlikte bir bütün. Bu olağanüstü bütünlüğün bir parçası olabilmek beni mutlu etmek için yeterli. Ama doğa çeşitli olduğu oranda sürprizler de sunan bir ortam. Artık sayısını bilmediğim kez gittiğim Afrika yaban alanında hemen her seferinde, ömrünü alanda geçirmiş deneyimli rehberin “ilk kez görüyorum” dediği bir olaya da tanık oldum.

Kalahari’de benim ilklerim bir karakulağın avlanmasına tanık olmak ve toplumcul dokumacı kuşlarının yuvalarıydı. Küçük kedi ailesinin en büyüğü olan karakulak çoğunlukla nokturnal, yani geceleri aktif olan bir hayvan, ama nadiren alacakaranlıkta veya gündüz saatlerinde de aktif olabiliyor. Gündoğumundan sonra bir saat dolaşıp ilginç bir şey görmediğimiz bir sabah, yola yakın bir yerde bir karakulak gördük. İlk kez karakulak gördüğüm için heyecanlanmışken, hayvan önümüzden yolun diğer tarafına geçti ve bir-iki saniye pür dikkat pozisyonda durakladı. Akabinde otların içinden, kedilerin av izlemesine özgü stilinde; odaklanmış, belli bir ritme ve zarafete sahip sakin adımlarla yürümeye başladı. Hemen sonra, yürümeye bedenini yere yapıştırarak devam etti: boyun ve kafa ileride, yere yapışmış bacaklarının eklemleri seri ve ahenkle hareket ediyordu, yüzünde pür konsantrasyon ifadesi vardı. İleriye doğru bir hamle yaptı, attığı uzun adımlarla bedeni sanki iki katına uzamış gibiydi. Ve av ağzındaydı! Olayın tamamı bir dakikadan daha kısa bir sürede gerçekleşti.

Toplumcul dokumacı kuşlarının (Philetairus socius) inşa etmiş olduğu devasa yuvalara ilk kez Kalahari yöresinde rastladım. Bunlar yeryüzünün en büyük ve en kalabalık kuş yuvalarıymış: ağırlığı bir tonu geçebiliyor, içinde yüzden fazla münferit yuva ve kuş ailesi barınıyor. Birçoğu yüz yıldan eski. Yuva sakinleri sürekli olarak yenilik ve onarım yaptıkça boyutu büyüyor ve bir jenerasyondan diğerine devroluyor. 

Konakladığımız kamplar milli parkın Botsvana tarafındaydı. Afrika yaban alanında her zaman tercih ettiğim gibi, bu kampların çevresinde çit yoktu. Aslan kükremelerini ve sırtlan seslerini duyarak uyumanın inanılmaz hazzı ve heyecanı bu yolculukların vazgeçilmez bir parçası. Ancak Kalahari yolculuğundan önce ve sonra kaldığım bu tür kamplarda hava karanlıkken bir kamp görevlisi, çadırlarla yemek yenilen, oturulan bölüm arasında misafirlere refakat ediyor. Kgalagadi’de kaldığımız kamplarda bu uygulama yoktu. Ortak alandaki çadırın duvarlarında asılı fotoğraflardan birinde kampın içinde istirahate çekilmiş heybetli bir siyah yeleli aslan görünce, çadır yolunda huzursuz olmadım desem yalan olur! Neyse ki bir sonraki çadırda olan arkadaşım Yvonne, yemeklere giderken her seferinde bana seslenmeyi ihmal etmedi. Sabah araziye gün doğumundan önce çıkıyor, öğlene doğru kampa dönüyor; öğleden sonra tekrar çıkıyor ve günbatımından hemen sonra dönüyorduk. Açık araçta sıcakta yandık, yağmurda ıslandık, kum fırtınasında ağzımızı burnumuzu kapattık, soğukta saatlerce donduk, rüzgarda tüm giysilerin üzerine battaniye sarıp, kafamızı kulaklarımızı örttük. 

Kgalagadi Sınır Ötesi Milli Park’ında gezgin ve araç yoğunluğu düşüktü. Konaklanan kamp sayısı çok az; bunların etrafında çit yok ve safari yapılan yollardan görünmüyorlar. Kısacası insan kendini uçsuz bucaksız bir doğanın içinde kaybedip kent yaşamından tümüyle kopuyor. Kgalagadi’de safari yapanların çoğunluğu Güney Afrikalı ve kendi sürdüğü araç ile dolaşıyor. Araç sürücüleri yaban hayatına karşı son derece bilinçli ve dikkatli, birbirine karşı ise saygılıydı. Yolların tümü toprak; araziye girmek yasak; bu kurala uymayan yok gibi bir şeydi. Daha iyi fotoğraf çekmek sevdasıyla insanlar hayvanlara fazla yaklaşıp onları ürkütmüyor; uygun bir mesafede durup izliyordu. Kimse bekleyen bir aracın önüne geçivermiyor, yolu kapatmıyor; sabırla bekliyordu. Parkta araçtan inmek yasak; seyrek aralarla tuvalet ve ahşap masalar olan etrafı çitsiz duraklar var.  

Kalahari’nin orijinal halkı San (ya da Khoisan) kavmi kıtanın güneyinin ilk halkı; 150.000 yıl önce yaşayan avcı-toplayıcı insanların soyundan geliyor. Yani, onlar insanoğlunun hayvanları evcilleştirmeden ve tarım yapmadan önceki varoluşunu yansıtan son kavimlerden biri. Geleneksel olarak yönetici ve mülkiyet kavramı olmayan eşitlikçi bir toplum yapısına sahiplermiş. Son üç yüzyıl içinde kıtanın kuzeyinden göç eden Afrikalı klanlar ve güneyden göç eden Avrupalı yerleşimciler Sanları aşağı ve zararlı olarak görmüş, sistematik şekilde öldürmüş ve San ırkından gelenler neredeyse yok olmuş. Güney Afrika’da Sanların son kalesi, yani geleneksel yaşamlarını sürdürebildikleri son yer Kalahari imiş; ancak Kgalagadi milli park statüsüne alınınca parktan tamamen sürülmüşler.

Kgalagadi Milli Parkı’nın girişine yakın Welcom köyünün yarısının San diğer yarısının park personeli olduğunu öğrenmiştim. On yıllardır Kalahari’de bilimsel çalışmalarını yürütmüş bir Alman etoloji profesörü aracılığıyla temas kurduğum !Noi, Sanların eski ve güncel yaşamlarıyla ilgili sorularımı yanıtladı.  Ünlem işareti San dilindeki damak şaklatma sesini temsil ediyor. 52 yaşındaki !Noi babası gibi iz sürücü olduğunu belirtti ve gururla sertifikasını gösterdi. “Bir buşmen tek bir yerde yaşayamaz. Ailemiz atalarının topraklarından edildi, parktan çıkartıldı. 1967 yılında buraya yerleştirildik” diyerek söze başladı. !Noi kendisinden Buşmen olarak söz ediyor olsa da, Avrupalı yerleşimcilerin yakıştırdığı bu sözcük aşağılayıcı bir anlam taşıdığı için, doğru olan San sıfatını kullanmak.

“Atalarım Kalahari’de yaşarken, yağışlı yaz mevsiminde dağılır; kurak kış mevsiminde Nossob Nehri’nin yatağında yağışlardan kalan su birikintilerinin çevresinde toplanırlardı. Su kaynakları tamamen kuruduğunda göç eden hayvanları takip eder; (su ihtiyacını gidermek için) yaban kavunu ve salatalıkları yiyerek doğuya (Botsvana’ya) göçerlerdi. İlk yağmurlarla birlikte Auob Nehri’ne geri gelirlerdi.” Çölde yaşasa hayatta kalıp kalamayacağını sordum. “İyi yıllarda çukurlarda su olur, oradan su içebilirsin. Diğer zamanlarda içinde su olan kökler, (yaban) salatalık ve kavunlar var. Yemek için kirpi avlarım, gece ortaya çıkarlar, izini sürmesi çok kolaydır. Veya ok ve yayımı kullanırım. Bana çok şey öğreten amcam en kötü kuraklıkta dahi nereden su bulabileceğini bilirdi: nereyi kazarsa su çıkacağını, deve dikeni ağacının gövdesinden nasıl su emileceğini, yağmurdan sonra deve kuşu yumurtalarına doldurduğu suyu nereye, nasıl saklayacağını bilirdi… Artık bunları hiç kimse yapmıyor. Bana hangi kök ve yumruların yendiği, hangilerinin zehirli olduğunu da o öğretti.”

Ricam üzerine avlanmak için kullandığı kendi yapmış olduğu ok, yay ve üstünde kurumuş kan lekeleri olan topuzlu değneği gösterdi. Detaylı bir şekilde av aletlerini nasıl yaptığını ve büyük avlar için oka sürdüğü zehri nasıl hazırladığını tarif etti. Sanlara tanınan özel permi ile avlandığında tüfek; izinsiz avlandığında ses çıkarmayan geleneksel yöntemleri kullanıyormuş. Yasaya aykırı bir şey yapmadığını belirtmek için son avladığı şeyin bir oklu kirpi olduğunu belirtti ama az sonra !Noi’un içindeki avcı konuşmaya başladı.

“Gemsbok (en iri antilop türlerinden biri) kadar hızlı koşamadığım için bir çukur kazıp üstünü otlarla örtüyorum. Çukura doğru gemsboku kovalamaya başlıyorum. Gemsbok düşünce, üstüne atlayıp, ucu zehirli okla vuruyorum” sözleriyle yasak avcılık yaptığını anlattıktan sonra, “Yalnızca karnımızı doyurmak için yasak avlanıyoruz” diye ekledi. Çölde on binlerce yıl avlanmış ve kaynaklarını sürdürülebilir şekilde kullanmış olan ırk, milli park dışına sürülünce, yasak avcılık ile karnını doyurmak zorunda kalan bir halk haline gelmiş. Welcom modernleşmenin galip geldiği, göçer ve avcı Sanların zorla yerleştirildikten sonra alkolizm ve fakirliğe gömüldüğü merkezlerden biriydi.

 

* Güliz Elal (2021) Güney Afrika Gökkuşağı Ülkesi, Yeni İnsan Yayınevi.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Doç. Dr. Fatma Nur Eriş ('77)

Kronik Hastalıklar ve Epigenetik

İnsanlar şifa peşinde. Haklı olarak, hekimlerinin çok yetkin olmasını ve her alanda kendilerine yardımcı olmalarını bekliyorlar. Acil Tıp, cerrahi ve tanı yöntemleri konusunda tıpta akıl almaz gelişmeler oldu. Ancak hekimler

DAHA FAZLASI / Read More »
FİKİR / OPINION
Heves Özyılmaz ('77)

Akış

Getting your Trinity Audio player ready… Mutluluğu hepimiz farklı bir yaşam doyumu ile ilişkilendiririz. Sadece psikologlar, sosyologlar, filozoflar değil, her birimiz kafa yorarız bu konuya ve her birimizin de farklı

DAHA FAZLASI / Read More »