WWF-Türkiye CEO’su Ömür Kula (‘99) ile bir söyleşi
Ömür Kula’nın, lise yıllarımızda yaptığı bir konuşmada -galiba öğrenci birliği seçimleriydi- özgüvenli bir şekilde söylediği “The meaning of life is the art of living itself.” cümlesi, o yaşımda beni çok etkilemişti. O günlerden bugüne neler yaptığına baktığımda, Ömür’ün bu sözün hakkını veriyor olabileceğini düşünüyorum. Şaşırtıcı derecede çok yönlü, aktif ve başarılarla dolu bir yaşam sürüyor. Kasım 2023’ten beri ise, WWF’in (World Wildlife Fund – Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Türkiye CEO’su.ACI mezuniyetinin ardından Sabancı Üniversitesi’nde Ekonomi lisansı ve Görsel Sanatlar ve İletişim Tasarımı yüksek lisansı eğitimlerini tamamlayan Ömür’le, renkli ve çarpıcı kariyeri, WWF-Türkiye olarak yürüttükleri faaliyetler, çevre ve ACI konusunda görüştük.
ACI mezuniyetinden beri hayatın nasıl geçti? Şimdi nelerle meşgulsün?
Zor geçti vallahi! ACI’da bizi “aslansın, kaplansın, yaparsın” diye büyüttüler. Gerçek dünyaya adım atınca, kimin aslan, kimin kaplan olduğunu görmek büyük bir şok açıkçası. Aslan da ben değilmişim meğer, kaplan da. O özgüvenli ve korunaklı günlerini arıyor insan. Vahşi iş hayatında tutunmak, ilerlemek, kariyer yapmak, para kazanmak, kendini kabul ettirmek derken, yıllar geçmiş, yaşlanmışım. Ama memnunum.
Bana atılan temelin üzerine çıktığım katları, esas projeye uygun olarak inşa ettiğimi düşünüyorum. Çalışkanlığımdan, azmimden, yaratıcılığımdan, farklı düşünme inadımdan asla vazgeçmedim. Hal böyle olunca da ekonomi üzerine sanat okudum, üzerine reklamcı, üzerine bankacı oldum. Türkiye’nin o dönem en çok ses getiren reklam kampanyalarında benim de emeğim var diye övünürken, Türkiye’nin ilk dijital bankacılık uygulaması olan Enpara.com’u kuran o şahane ekipte yer aldım. Stratejisttim, deneyim tasarımcısı oldum. Koskocaman pazarlama bütçeleri yönettim. Derken, “gel ajans yönet” dediler, üç tanesini ziyadesiyle yönettim, bir tanesini şahsen kurdum. Danışmanlık yaptım, en üst düzey yöneticilerin sağ kolu oldum.
Sonra bir anda kendimi WWF-Türkiye gibi, ülkenin en prestijli sivil toplum kuruluşlarından birinin lideri olarak buldum. ACI’dan mezun olalı, 25 yıl oluyor. Bazen kariyerimde yaşadıklarım lise günlerimden bile daha eski gibi geliyor. İnsan kendini hep en mutlu günlerindeki gibi zannedermiş; öyle görünüyorum, o yaştayım diye hissedermiş. Ben de sanırım hep 17 kaldım. En yakın arkadaşıyla bir olup, 80 kişiyi Bodrum’a götürmek bana hala banka kurmaktan daha büyük işmiş gibi geliyor. “Onu yapan neler yapmaz ki” diye diye bu günlere geldim sanırım!
Peki ACI’ın sende bıraktığı en büyük izler neler?
Ben kural, sınır tanımaz bir ergen olarak yetiştim ACI’da. Sanırım bende bıraktığı en büyük iz bunu özgürce yaşayabilmenin bana öğrettikleri oldu. Bir daha kimse bana öyle güvenli bir izin vermedi. Hem düşmeyeyim diye gözü üstümdeydi hem tepelerine çıkmama izin verdiler. Kendini bulabilmek çok zor iş, büyük ve pahalı bir deney. Birilerinin buna alan açması, adeta bunu finanse etmesi, buna sabretmesi ise hakkı ödenmez bir ayrıcalık. ACI’ı hem çok severim hem hiç sevmem. Birbirimizden çok şey öğrendik fakat, bu konuda da elini sıkmaya en değer bulduğum yer ACI’dır. Karşılıklı bileklerimizi bükemedik, ama ikimiz de birbirimiz sayesinde çok yol kat ettik. Açıkçası bugünkü ACI’a bakıp kıskanıyorum. Keşke şimdi okusaydım diyorum. Hem onlar biraz benim dediğime gelmişler (şaka!) hem de ben kıymetini daha iyi bilirmişim.
“Herkes, yüzemeyeceğini sandığı denizlere dalmalı.”
Reklamcılık Vakfı başkanlığı yaptığın dönemde, 2021 yılında Yale Üniversitesi’nin “World Fellows” liderlik programına davet edilmiştin. Bu program senin için nasıl bir deneyimdi?
Bu program aslında benim için tam bir dönüm noktası oldu. Herkesin kendisine es vermesi, bir tur daha kendini ondan daha bilgili insanların, öğretmenlerin arasına döndürmesi gerekiyor bence. “Ben oldum” demek, iş hayatı için, hayat için çok tehlikeli bir mertebe ve başarılı insanların bu hisse gelmeleri çok olası ve farkında olmadan kendilerini bitirecekleri bir aşama. Ben tüm kendimden emin hallerime rağmen, içimde ürkek ve bilmediklerimi bildiğimden, oldukça da temkinli biriyim. Yale bana bu halimin “iyi hal” olduğunu teyit etti aslında. Dünyanın en iyileri arasına seçilip, buna rağmen yetersizlik hissini dibine kadar yaşadım.
Yakınlarım bilir, ben bir kitap bağımlısıyım. Bu işin AMATEM’i olsa beni yatırırlar, o derece. Oradayken, daha da çok gömüldüm kitaplara, bilmediklerime, öğrenmeye ömrümün yetmeyeceğini bildiğim her şeye. Bana iş hayatı, dostluk, sevgililik, annelik konusunda bu yetersizlik ama öğrenmekten vazgeçmeme haliyle barışma konusunda büyük öğretiler verdi Yale’deki program. Herkes ulu bir nehir, yatağında delirenimiz çok, taşmadan, en kıymetli olanları doğru yere taşımak için bir irade gerekiyor. Yeni otomobiller düşük viteste bağırır ya, sonradan açılır, alışır, ben de saatte 180 km hızla giderken, motordan ses getirmemeyi öğrendim. Virajlar hep var; artık daha kontrollüyüm, tecrübeliyim, daha hızlı dönebiliyorum, ama direksiyonu daha sağlam tutuyorum.
Bir liderlik okuluydu aslında ama bana çok büyük insanların arasında kendim olarak ve kendim kalarak, kendimi var ederek öne çıkabileceğime dair bir sakinlik kazandırdı. Herkes, yüzemeyeceğini sandığı denizlere dalmalı. Benim bütün kariyerim böyle, Yale de bunun bir örneğiydi. Şimdi çok kıymetli başka bir ailenin daha parçasıyım. Kendimle gurur duymayı ara sıra ihmal etmemek için de iyi bir hatırlatmadır kendisi, hayat hikâyemde.
Reklamcılık, iletişim, marka stratejileri, marka ve tasarım danışmanlığı alanlarından doğal hayatı koruma gibi bambaşka bir alana geçişin nasıl oldu? Bu farklı şapkalar birbirini nasıl etkiliyor?
Çok ani bir geçiş oldu açıkçası. Hiç hesapta yoktu. Ben, ACI sayesinde “hizmet etme” sorumluluğu ile çok erken yaşta çalıştım. Her zaman, kalbimde aklımda bir yerde para kazanmanın ötesinde bir fayda yaratmanın gerekliliğini hissediyordum. Eğitime kafayı takmıştım aslında, hala da en çok rüyasını gördüğüm konudur. Müfredatları baştan yazasım var, her derse giresim var, çocuklara gençlere dokunup, onlara bir şey öğretmekten daha önemli bir şey olmadığına kesin inanıyorum. Ama doğa koruma bilmediğim, kesinlikle de ilgim olmayan bir konuydu. Ben artık işi gücü bırakayım, dağda ormanın içinde bir yere taşınayım, bahçede kuyum, bostanda biberim, tepede güneş panellerim diye hayaller kuruyordum. İnsan ne dilediğine çok dikkat etmeli (!)
Derken, iş hayatımda bana öğretmen olanların yönetim kurulunda olduğu bir kuruma, onları gururlandırmayı uman bir öğrencileri olarak dahil oldum. Evet bir şirketim vardı, danışmanlıklarım vardı, ben pazarlama, marka, tasarım, iletişim, bu alanlarda şirketlerin değerlenmesi, daha çok kazanması için çalışıyordum. Bir yandan da içinde bulunduğum sivil toplum kuruluşlarına, “siz de kâr etmelisiniz, ‘kâr amacı gütmeyen’ ne acayip bir laf” diye serzenişte bulunuyordum. İş modeli, kâr etme prensibi, hep aynı insanların ceplerini doldurmadığı sürece, işin kendisine dönüp yatırıma vesile olduğu sürece zaten daha sürdürülebilir. Düşünsenize dünyanın en çok kazanan ve katma değer yaratan şirketlerinin sivil topluma hizmet amaçlı şirketler olduğunu… Böyle de çılgın hayallerim vardı. Derken, şimdi bir tanesini kendi uzmanlıklarımla, kendi kendine yetebilen yerlere getirme vizyonuyla yönetmek bana nasip oldu. Şanslıyım, kesinlikle. Bence her sivil toplum kuruluşunu ticarete dokunmuş insanlar yönetmeli, sivil toplum ateşiyle yanıp tutuşanları da ticaretin başına getirdik mi bence bu iş tamam. O zaman belki politikacılara bile ihtiyacımız kalmaz!
WWF ve WWF-Türkiye ne gibi faaliyetler gerçekleştiriyor?
WWF 1961’de kurulmuş, dünyanın en eski, en bilinen ve en güvenilen doğa koruma kuruluşu. Biz de WWF-Türkiye olarak, küresel WWF ailesinin bir parçasıyız. Dünya çapında 100’den fazla ülkede faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşu WWF ve doğanın korunması için biyoçeşitlilik, denizler, tatlı su, gıda-tarım ve orman başlıklarında bilim temelli projeler yürütüyor. Biz de uluslararası organizasyona paralel bir yapı eşliğinde, 1975 yılından bu yana benzer faaliyetler yürüten bir vakıfız.
Bizi kelaynaklardan ve caretta caretta’lardan hatırlarsınız sanırım en çok. Ama yaptıklarımız kesinlikle bunlarla sınırlı değil. Açıkçası ben de WWF ailesine katılana kadar ne kadar büyük bir alanda, ne kadar çok sayıda doğa koruma girişiminin yürütüldüğünün farkında değildim. Ana odaklarımız arasında biyolojik çeşitliliğin korunması, su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimi, iklim değişikliği ile mücadele, deniz ve kıyı ekosistemlerinin korunması gibi alanlar yer alıyor.
Tabii ki WWF’in dünyada da Türkiye’de de içinde bulunduğu girişimler doğanın tahrip edilme hızına baktığımızda devede kulak. Öyle hızlı ve kolay yok ediyoruz ki, kurtarmaya, korumaya, onarmaya yetişmek hiç ama hiç kolay değil. Çok pahalı, çok emekli, çözmesi çok zor, çok paydaşlı denklemlerin içinde yaşıyoruz.
Ben ömrümde çok zor işler yaptım, ama bu kadar zoruna ilk defa denk geliyorum. Doğa koruma denildiğinde “çiçek böcek savaşçıları”, “ağaçlara sarılan romantikler” gibi algılanıyor ama, işin içinde Türkiye’nin sayılı bilim insanları, akademisyenler, idareciler var. Küçük adımlarla da olsa, emin ve geleceği garantili büyük işler başarıyoruz. Doğayla bozulan ilişkimizi nasıl onarabileceğimize dair, geçerli, ispatlı, ölçeklenebilen örnekler yaratıyoruz. Bize verilen destek arttıkça, bütün bunların tüm coğrafyamıza hâkim olması an meselesi. Doğrunun belli olduğu ama henüz yeterince yaygın olmadığı bir iş alanındayız.
Büyük resimde özet şu: Korunan doğa alanlarımızın sayısını artırmamız gerekiyor, doğal alanların kaybının durdurulması ve geri kazanılması aktif bir çaba işi, yetkin yönetim biçimleri ile gerçek anlamda yeniden çiçeklenmesi, mucizelerin geri gelmesi gayet mümkün, en azından biz kendi yarattığımız örneklerden biliyoruz.
Ne gibi örnekler yarattınız?
Örneğin, günümüzde artan aşırı yağış veya kuraklık risklerine karşı, onarıcı tarım ile hem tarımsal üretimi dirençli kılmak hem de çok daha fazla yağışı emip yer altı sularını zenginleştirerek, yağmuru yeniden su döngüsüne kazandırmak mümkün. Tatlı su programımızın bu doğrultuda örnek uygulamalarla çok başarılı sonuçlar elde ettiği onarıcı tarım yaklaşımları var, bizi heyecanlandıran bunların daha büyük ölçekte tarımsal üretim ve inovasyon süreçlerine dahil edilmesi. Bu yönde yaygınlaştırma faaliyetleri ve lobi faaliyetlerimiz var. İnanmazsınız, iyi örnekler için bile herkesi ikna etmeniz gerekiyor ve bu hiç kolay değil.
Meselâ, deniz çayırları, karbon sigortamız; mavi ekonomi denizlerimizin korunması ile kalkınacak. Orman politikamız, yangınları daha çıkmadan önleyecek farkındalığa varmamıza odaklanıyor; köyler, siviller ve kamu nezdinde “Türkiye’nin Canı” için çalışıyoruz. Ama sadece bir STK’nın, ki onun da kendi imkânlarıyla, bunları tüm ülkeye yayması asıl imkânsız olan. Doğayı koruyabilir ve kurtarabiliriz, ama bunun için tek bir yürek ve irade olmak gerekiyor.
Bu yüzden de beni işlerimiz arasında şahsen en çok umutlandıranlardan biri eğitim alanında olanlar. Yakın zamanda ülkemizin eğitim alanında öncü sivil toplum kuruluşu TEV ile güçlerimizi birleştirdik. Bundan böyle WWF-Türkiye ve TEV sürdürülebilirlik ve doğa koruma eğitimleri alanında işbirliği partneri olacak. Doğa Öncüleri programımızla 2023-24 eğitim yılı itibariyle orta öğrenim düzeyinde toplam 10 bin çocuğa ulaştık, kendi projelerini hayata geçirmeleri için eğitimler verdik ve ülke çapında, doğada yaşanan sorunlara yine doğadan çözümler bulan tam 250 projeyi mobilize ettik. Böyle böyle değişecek, böyle böyle aynı sayfada buluşacağız.
Vakfımızın 50. yılına yaklaşırken ülkemizin geleceği için gönüllülükten vatandaş bilimine, plastik atıksız şehirlerden orman yangınlarını önleyici çalışmalara, belediyelerin iklim taahhütlerinin takipçisi olmaya kadar pek çok projemiz devam ediyor. Kısacası çok iş yapıyoruz, ama yetmez, yapmaya devam edeceğiz, en önemlisi umudumuzu koruyacağız. Şahsen ben tarihe dünyayı mahvetmiş nesillerden biri olarak geçmek istemiyorum.
“Türkiye, su kıtlığı çeken bir ülke olma yolunda ilerliyor.”
Şu an Türkiye’de doğal yaşama dair en öncelikli konular neler?
2024 Dünya Çevre Haftası’nın konusu “Arazi Restorasyonu, Çölleşme ve Kuraklığa Dayanıklılık” idi. Aslında bu başlık en öncelikli konuları da kapsayan bir şemsiye niteliğinde. Dünyada en yoğun kayıplar tatlı su ekosistemlerinde yaşanıyor. Tatlı su ekosistemlerimizin sıradan vatandaşlar olarak farkında değiliz. O kadar kritik ki.
Her iki yılda bir WWF tarafından yayımlanan Yaşayan Gezegen Raporu’na göre 1970’lerden bu yana tatlı su ekosistemlerindeki tür popülasyonlarının %83’ünü kaybettik. Türkiye’de 25 nehir havzasının su durumunda alarm zilleri çalıyor. Artan nüfusla kişi başına su miktarının düşmesi kaçınılmaz ve 1000 m3’lere doğru giden rakamlarla Türkiye, su kıtlığı çeken bir ülke olma yolunda ilerliyor. İklim krizinin etkilerini de düşündüğümüzde daha sık ve daha yaygın kuraklık dönemlerinin yanı sıra aşırı hava olayları da aldı başını gidiyor.
Peki bu sorunların çözümü için bireysel, toplumsal ve kurumsal olarak neler yapabiliriz?
Aslında çözüm çok basit. Doğa kayıpları ve iklim kriziyle mücadelede en yakın müttefikimiz doğa. Tatlı su ekosistemlerinden başlayarak restorasyona yatırım yapmamız şart. Bir yandan da mevcudu korumayı önceliklendirmek iklim krizine dayanıklılıkta en önemli strateji. İzmir’de burnumuzun dibindeki Kuş Cenneti’nin de içinde bulunduğu alan muazzam bir sulak alan. Bunu canımız pahasına korumamız gerekiyor. Doğa için öncelikli olanın ne olduğunu sadece bizim gibi sivil toplum kuruluşlarının bilmesi yetmez, hepimizin etrafımıza ve doğamıza karşı çok daha farkında ve bilgili olması gerekiyor. Biz bilmezsek, koruyamayız, kimse doğayı bizim için bizim adımıza korumaz, bunu unutmayalım.
Sulak alanlar denildiğinde, bu alanların biyoçeşitliliği ve bu alanlardaki kritik türlerin devamlılığı ayrıca çok önemli. Bu konuda devam eden çalışmalarımızdan biri Bafa Gölü’nde ekosistem hizmetlerinin restorasyonu. Avrupa yılan balığı gibi Bafa’dan Meksika Körfezi’ne kadar yolculuk yapan mucizevi bir göçmen türün habitatı olan bu bölgede göçün önündeki engelleri kaldırmak, su kalitesini iyileştirmek, sadece bu tür için değil bölgedeki tüm paydaşlar için daha sağlıklı bir gelecek demek.
Yine İstanbul Boğazı’nda İBB Yaban İstanbul ile yürüttüğümüz yunus gözlem ve vatandaş bilimi çalışmaları da denizel biyoçeşitliliğin vatandaş bilimi ile gözlenmesini, farkındalık yaratılarak koruma bilincinin gelişmesini sağlıyor. Bu ne demek biliyor musunuz? İstanbul gibi artık sadece inşaat ve kent gözüyle baktığımız bir coğrafyada, aslında hâlâ yaban hayatı var, sürüyor. Tesadüf değil, mucize değil, bu yunuslar burada yaşıyorlar. Biz, vatandaşların da kamunun da bunun farkında olması ve bu türleri kayda alması için birlikte çalışıyoruz. Bugüne kadar 3000’den fazla İstanbullu’nun katıldığı bu etkinlikler sivil toplum ve yerel yönetim işbirliğine de güzel bir örnek.
Yine göçmen kuşların göç yollarındaki engellere yönelik yapılan gözlem ve çalışmalar da doğru planlama yapılabilmesi için rehber görevi görüyor. Doğa ne kadar sağlıklı ise biz de o kadar sağlıklıyız ve çalışmalarımızda biyoçeşitliliği gözetmenin aslında hepimizi korumak olduğunu biliyoruz.
Son zamanlarda gündemde olan “iklim adaleti” kavramı neyi ifade ediyor? Bu konuda neler söylemek istersin?
Her değişim isteğinin, kendi isteklerinin yaratacağı olası sonuçlara ilişkin bir adalet dengelemesine ihtiyacı vardır. İklim krizini durduralım derken, bunu durdurmanın kimlere ne bedel ödeteceğini düşünmek zorundayız. Doğa koruma romantik bir iş değildir, bilimsel, sosyolojik, ekonomik, stratejik bir iştir. Bir doğa korumacının söylediklerini bu yüzden dikkate almamız gerekir, mesele sadece doğanın korunması değil, dengelerin bozulmaması ya da sürdürülebilir olmasıdır. Hatta bazen, kayıplar kaçınılmazsa, bunun sonuçlarına adapte olmanın da stratejisi geliştirilebilir. Çünkü hiçbir değişim herkes için adil olarak gerçekleşmez. Birilerinin bu adaleti gözetmesi gerekir.
İklim adaleti, iklim değişikliğinin etkilerinin adil bir şekilde ele alınmasını ifade eder. Çocuklar ve kadınlar gibi savunmasız grupların iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini göz önünde bulundurur.
Örneğin, iklim değişikliği nedeniyle meydana gelen aşırı hava olayları, kuraklıklar ve seller, çocukların ve kadınların yaşamlarını daha fazla zorlaştırır. Çocuklar, sağlık sorunlarına ve eğitimde aksamalara daha fazla maruz kalabilirler. Kadınlar ise genellikle tarım, yiyecek ve su temini gibi işleri üstlendikleri için, iklim değişikliğinin getirdiği zorluklarla daha fazla uğraşmak zorunda kalırlar. Ya da iklim krizi sebebiyle kömürden çıkmamız gerektiğini savunurken, bu alandan geçimini sağlayan kentler, yöreler, topluluklar için de adil dönüşüm talep ederiz, bunun için stratejik öneriler geliştiririz.
WWF-Türkiye olarak iklim değişikliğiyle mücadelede alınacak önlemlerin herkes için adil olması gerektiğini savunuyoruz. İklim politikalarının sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri azaltacak şekilde tasarlanması gerektiğini düşünüyoruz.
Sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşmak için iklim adaletinin sağlanmasının önemli olduğunu biliyoruz. Karbon emisyonlarını azaltma, yenilenebilir enerjiye geçiş, enerji verimliliğini artırma gibi çözümler geliştirirken, dezavantajlı grupların desteklenmesi şart.
Doğa korumanın sosyal adaletle el ele yürümesi gerekiyor. İklim değişikliğiyle mücadelede adil ve kapsayıcı çözümleri destekleyerek daha sürdürülebilir ve eşitlikçi bir dünya için çalışmadığımız sürece, yaptıklarımızın bir anlamı olmadığını biliyoruz.
“İnsanın, sokak hayvanları ve yaban hayatıyla uyum ve denge içinde yaşadığı bir ülke mümkün.”
Sahiplenilmeyen sokak hayvanlarının “uyutulmasını” kapsayan yasa tasarısı hakkında ne düşünüyorsun?
Biz her zaman yaşamdan yanayız. Kimin canı olursa olsun, hepsi kıymetli. Bu sebeple bu tartışmaların başından bu yana yaşamdan taraf olan politika ve düzenlemeler için çağrıda bulunuyoruz. Canlı yaşamına son vermenin, bir çözüm olarak seçenekler arasında bulunması ihtimali, kabul edilemez! İnsanın, sokak hayvanları ve yaban hayatıyla uyum ve denge içinde yaşadığı bir ülke mümkün. Çözüm her canlının yaşam hakkını savunan sürdürülebilir ve etkili politikalar.
Hayvanlarla ilgili tüm düzenlemelerin hazırlanmasında kapsayıcı, çoğulcu çözümler bulunması ve sürece ilgili sivil toplum kuruluşlarının dahil edilmesi gerekiyor. Zaten sorunumuz bu, popülist yaklaşımlarla, çığırtkan başlıklarla kural konamaz. Şartlar, haller, veriler, uzmanlıklar bir araya gelir, tartışılır, gerçek anlamda sorunlar tespit edilir, adil çözümler geliştirilir. Yöntem çok önemli. Biz bu tip süreçlerde ne yazık ki en çok yöntemsizliklere işaret etmeye çalışıyoruz. Sivil toplum ve uzmanlar, bürokratlarla ve tüm paydaşlarla aynı masalara oturabilse, çözemeyeceğimiz sorun yok ve bu, can almak noktasına gelecek bir konu değil.
Son olarak eklemek istediğin başka bir şey var mı?
Editörünüz Aslı Davaz için küçük bir notum var. Ben okuma bağımlısı olduğum kadar yazma meraklısıyımdır da. Aslı’nın kalemi beni hep çok etkilemiştir. Onun burada editör olması benim bu satırları yazarkenki heyecanımı biraz artırmış olabilir. İyi ki de öyle oldu. Çıta hep yüksek olmalı ki biz de biraz rahatımızı bozalım, daha iyisi için uğraşalım. Teşekkür ederim bu fırsat için. Kaliteli gelenek severim; The Beacon benim için öyle bir gelenek, hep daim olsun.
___________________________
Editör’den cevap: “Herkes, yüzemeyeceğini sandığı denizlere dalmalı.” demişsin Ömürcüğüm. Yüzemeyeceğimi sandığım denizin tam orta yerinde seninle karşılaşmak ve (her zaman olduğu gibi büyük bir keyifle) senden ilham almak ne güzel. İnce sözlerin, daha da önemlisi bu son derece akıcı ve öğretici söyleşi için teşekkür ederim. WWF Türkiye’nin ve dolayısıyla memleketimizin doğasının emin ellerde olması bizleri çok mutlu etti. The Beacon’da hep iyi haberlerini paylaşmak dileklerimle, yeni maceranda başarılar diliyorum.