kÜNYE

Çocuklar için Bir Dünya

Getting your Trinity Audio player ready...

“Yas” adlı şiiri ile başlıyor Hülda’nın “Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım” adlı kitabı

Dünyanın dev yüreği
buz kestiğinden beri
bırakmıyor zamanı
geçip de gitsin…
ve onlar…
o durağan zamanın adımlarıyla yürüyüp
dilsiz bir ağzın sözleriyle konuşan,
yersizliğin sessizliğiyle oturup
buzulların ıssızlığıyla bakan
o analar…
koyvermiyor rüzgarlarını
uçup da gitsin…

Mimar olarak bildiğiniz Hülda, aslında çok yetenekli bir yazar. “Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım” adını verdiği ilk kitabı çıktığı anda fark etmedim bu gerçeğini. Samuel Beckett’ın ölümünden sonra yayımlanan otobiyografik romanı ‘Sıradan Kadınlar Düşü’nü’ Hülda’nın çevirdiğini öğrenince; edebiyat alanındaki gücüne, zoru başardığına tanık oldum. Beckett gibi bir yazarı anlamak ve çözmenin zor olduğunu bildiğim için onun çevirisini yapan Hülda’ya saygım bir kez daha arttı.

Hülda Beacon yazarları kervanına katıldıktan sonra Beacon’un gelişmesi, güncellenmesi konusunda çok emek verdi. Yıllarca dergimize editörlük yaptı ve birbirinden güzel yazılar yazdı. Onun her toplantımıza koltuğunun altında getirdiği yurtdışındaki kolejlerin yeni çıkan dergilerini incelememize sunuşunu ve bu dergilerden örnek almamız konusunda bizi harekete geçirmesini unutmak imkansız.

Hülda’nın kitabını duyar duymaz, heyecanla aldım ve bir solukta okudum. Meğer ne büyük bir hataymış Hülda’nın dünyasına alel acele girdiğini; Hülda’yı anladığını sanmak… Hülda müthiş simgesel dil kullanan bir yazar. Gittiği gördüğü her yere bambaşka bakan, şiirsel anlatımla nakleden biri…

Bu röportajı yapabilmek için bir kez daha okudum. Sonra bir kez daha okudum. Gene de kaçırdığım çok anlam yoğun bölümler olduğunun farkındayım.

Bahar- Yazmaya nasıl başladın?

Hülda- Okuyarak. Gerçekten öyle. Henüz ilkokula başlamamıştım. Babam her gece yattığımda bana iki üç sayfa kitap okurdu. Küçük Borçlu adlı bir çocuk romanı okuyordu o sırada. Merakım babamın okuma hızının önüne geçti, bir şekilde okumayı söktüm. İlk hazinelerim Doğan Kardeş Yayınları’ndan Allah Rahatlık Versin ve Hayvan Hikâyeleri adlı anonim öykü seçkileriydi. Sonra babamın kütüphanesinde, üzerinde hikâye yazan her kitaba el atar oldum. O’Henry’nin sürpriz sonlarına vuruldum. Hüseyin Rahmi’ye çok güldüm, Ömer Seyfettin’den ürktüm, Stefan Zweig ile ağlamaklı oldum. Çehov’u hiç mi hiç anlamadım, anlamadığımı da anlamadım. Babamın hediye ettiği günlük ikinci hazinemdi. Bir gün kendimi ona yazarken buldum. 

Sonra sıra, içinden ağaç geçen o romantik kütüphaneye geldi, “Good old ACI Library”. Hatay caddesi kenarındaki dizi dizi odaların hoş ve loş sessizliği, pencerelerden kitapların üzerine süzülen ferah güney hüzmesi, her adımda gıcırdayan yer tahtaları, yüksek kitap rafları, sürekli okunmaktan eskimiş ciltlerin, yorgun sayfaların kokusu… ACI Kütüphanesi keşfedilecek yüzlerce hazineyle dolu bir dünyaydı. Buradan aldığım her kitap ise bana bahşedilmiş yepyeni bir sevdaydı. Ardından geldi ingilizce edebiyat dersleri, kompozisyon ödevleri, kitap incelemeleri ve yaz okumalarının özetleri… 

Uzun bir aradan sonra emeklemekte olan bir bebek girdi hayatıma, The Beacon… Geçmiş yılların zorluklarını onca zaman sırtlamış olan sevgili yayın kurulu arkadaşlarım, aralarındaki tek yeni, çiçeği burnunda ben ve yazmak yeniden… 

Bahar- Acaba çocukluğunda okuduğun öyküler miydi seni öykü yazmaya iten? 

Hülda- Belki de. O gün bugündür öykü hiç yakamı bırakmadı ki! Gördüklerimi hep içimde sakladım durdum. 

Kısa öykü, hayattan alınmış fotografik bir kesit adeta. Kısa ama kapsamlı. İpince lakin dopdolu. Tıpkı bir manyetik rezonans cihazının, mıknatıs ve radyo dalgaları kullanarak çektiği beden görüntüleri gibi. Hayatın derinliklerindeki bir çatlaktan dışarı tınısını bırakan bir sinyal, aniden yazarın frekansına girer, onu mıknatıs gibi çeker. Bir hekim MR cihazında farklı bir görüntü sayesinde, nasıl bedendeki yapısal anomaliyi saptıyorsa, öykücü bakış da dünya halinin sıradanlığı içinde kanayan yarayı, sessizliğin gizlediği sıkıntıyı, karanlığın örttüğü yaşamsal sorunu o belli belirsiz tınıdan hareketle yakalar ve o küçücük andan olağanüstü bir kesit çıkarır. İçinde pek çok şeyi barındıran çarpıcı bir tablodur bu. Hayli ağırdır, bir o kadar da uçuşkan. 

Okurun başka yönlere savrulmasını önlemek için, yazar zaman zaman onun elinden tutar. Kendisiyle dolaşsın, ipuçlarına rastlasın, o çatlağa neden olan gerçekliğe uzansın ister. İyi bir öykü, bazen mütevazı bir sakinliğin, bazen hafif bir iniltinin, bazen de ani bir tokatın yarattığı şaşkınlığın içinden çıkagelen sessiz bir çığlıkla biter. Ses ne kadar sessizse, seda o kadar derin, son o kadar güçlüdür.

Bahar- Hülda kitabının adını görünce annenin kaybıyla ilişkili olduğunu düşünmüştüm; bir yerde de haklıymışım, ilk hikayen annene dair. Kolay değil anne kaybının yangını; insan yaşayınca anlar…. Sadece yasın annenle kalmadı, tüm insanlara dönük yaslara evrildi, bilmem yanılıyor muyum? 

Hülda- Aslında bu öyküyü Yas dizimine dahil etmeyi düşünmemiştim. Tüm insanlığı kapsayan yaralara dokunmaktı yola çıkış amacım. Topraklarından ve ülkelerinden göçe zorlanan halkları, doğup büyüdükleri coğrafyaların kadersizliğine sıkışıp kalan insanları, sürgünlerde ve savaşlarda yaralanan, ölen ve anasız-babasız bırakılan çocukları, “öteki”lere ait olduğu kadar bizlere de ait olması gereken acıları anlatmaktı amacım.

Sahipsiz Kalan bunlardan farklıydı. Lakin onlarla bir ortak yanı da vardı; bu öyküyü kendimi ötekileştirerek yazmıştım. Diğer öykülerden çok sonra ve kendimi, kendime, kendim için anlatmak üzere yazmıştım. En yaralı ânım ve en büyük acımdı. Paylaşmaya karar verdikten sonra ilk sıraya aldım.  

Bahar- Konfüçyüs’ün bir sözü var; “dünyada tek bir insan mutsuzsa mutlu olmak imkansız” diyor. Tabii böyle bir bilince sahip olmak için insanlık duygusunu edinmiş olmak ön şart. Karşındakinin acısını kendi içinde hissetmek… Sen de ‘Bırak Yasını Ben Tutayım’ adlı kısa öykünde, rüyanda o taşı biraz da sen tutmak isterken aynı hislere mi sahiptin? Acıların paylaşıldıkça hafiflediğine inananlardansın eminim… 

Hülda- O taşı tutmak istememin nedeni suçluluk ve sorumluluk duygusuydu. Dünyada işlenen her suçtan teker teker hepimizin sorumlu olduğunu düşünüyorum.  Nina’nın aman vermez acısını çok derinden hissettim. Hâlâ görüntülü konuşuyoruz. Nina’nın acısı hiç azalmamış. Her arayışımda yüreğim yeniden o yoğun kederle kaplanıyor. Dünya üzerindeki her sırasız kaybın, savaşta erkenden sönen bir baharın, faili meçhul bir cinayet kurbanının anasıydı Nina, hemen yanıbaşımda duran gerçeklikti. Lakin ne onu buralarda tutabildim ne de acısını biraz olsun hafifletebildim. Bugün yapılan neredeyse bütün katliamlar teknoloji sayesinde ekran başında, tıpkı bir gerilim filmi gibi, kahve-çay eşliğinde anbean izleniyor ve ne yazık ki kanıksanıyor. 

Nina’yı yazdım, yazdım ki o acılar bilinsin, yazdım ki o kayıpların yasını sen, ben, biz, hepimiz birlikte tutalım. Ninanın acısını hiçbir şekilde azaltamasak bile, belki yeni acıların yaşanmasına engel olabiliriz.    

Bahar- ‘Şimdi Biz Düşman mıyız’ın başındaki Vanya’ya yazdığın iki dize o kadar anlamlı ki…

“ulaşılamamış karaların
toprağıdır denizler”

Nice, yerinden yurdundan edilen sınır komşumuz, ülkemizden yeni ufuklara ulaşmak üzere kaçarken, binbir umutla bindikleri teknelerde karşı karaya ulaşamadılar; denizlerde can verdiler. Onların karaya vuran cesetlerini nasıl unuturuz… Bu hikayeyi yazarken sanki bu insanların içindeymişsin gibi geldi bana… 

Hülda- Bir Yunan Adası’nda botlarla ülkelerinden kaçan pek çok aileyle, meslek sahibi insanla, ana-baba ve çocukla karşılaştığım doğru. Sorulduğu zaman o kadar çok anlatacakları vardı ki! Dopdoluydular. Onları tanımaya, onlarla uzun uzun sohbet etmeye fırsat buldum. 2015’in Mart ayıydı. Hava da sertti, deniz de.

Bulunduğumuz adada limandaki gümrük binasının hemen yakınında, bindikleri botlarla karaya varmayı başaran göçmenler için açık bir alan ayrılmıştı. Toprak zemin üzerinde birkaç baraka. Erkekler burada kalıyor, bazı anneler ve çocuklar bizim otelde geceliyorlardı. Genç bir tıp öğrencisiyle bir sabah kahvaltı salonunda uzun uzun sohbet ettik. Bir akşam sokak kapısını açtığında kara sakallı, kara bakışlı ve silahlı bir adamın bir sonraki gün tan vakti kendisini savaşmak üzere almaya geleceklerini, hazır olmasını emrettiğini anlattı. Kimle ve ne uğruna savaşacaktı, söylenmemişti. O gece birkaç parça eşyasını sırt çantasına doldurup, sınıra doğru yola çıkmış. Çaresiz bakışları hâlâ gözümün önünde. “Ben öldürmesini bilmem,” dedi sözlerini bitirirken. “yaşatmaktır vazifem.” 

Bahar- Bir Başka Bodrum’u yıllar önce de okumuştum, bu okumamda da aynı dehşeti, soğuğu seninle birlikte yaşadım. Sağlık için direnç, irade, sabır gerektiğini çok güzel aktardığın bu öykü; sanırım senin hastanede geçirdiğin unutulmaz iki gecenin anısı… 

Hülda- Bu öykünün benim için bir sağlık öyküsü olmaktan daha öte bir anlamı var. Bu benim, bir hastanenin bodrumundaki buz gibi soğuk radyoloji katında, açılması yasak kapılar ardında yaşadığım birkaç gün. Başka Sınırlar gruplamasındaki anlatılardan biri. Önce hastalık, hayatıma bir takım sınırlar koydu, sonra da tedavi sürecindeki kilitli kapılar. Bugün geriye baktığımda hastalığın bana yaşattıklarından çok, öteki tarafına geçmem yasaklanan o ağır kapıların, sadece benim için konulan o aşılmaz sınırların içimde yarattığı şiddetli sıkıntıyı ve buruk çaresizliği hâlâ bugünmüş gibi hatırlarım. 

Bahar- Kitabı çocuklarına, son öyküyü torunlarına ithaf etmişsin. Ayrıca öykülerinde çok çocuk kahraman var. Mesela Vanya. Neden?

Hülda- Bu kitabı bütün çocuklar için daha güzel bir dünya düşleyerek yazdım. Çocuklarım, çocuklarını daha güzel bir dünyada yetiştirsinler, torunlarım büyüdüklerinde beni benden dinlesinler istedim. Vanya suyun öte tarafında, karşı adada yaşayan, annesi Türk, babası Yunanlı bir çocuk. Bizim çocuğumuz. Büyümesini izledik, onu çok sevdik. Belki bir gün o da okur kitabımı. Çocuk her yerde aynıdır, çocuk hayattır.

Dünyanın en masum varlıkları olan çocuklar kin ve düşmanlıkla beslenmeden; önyargı ve kibirle şişirilmeden; doğdukları topraklar neresi olursa olsun güven içinde ve koşulsuz sevgiyle büyütüldüklerinde yaşamı da severler, insanı da. İşte o dünya en güzel dünyadır. 

Raşel Dink’in, Hrant Dink’in ölümünde yaptığı konuşmada söylediği şu cümleyi kim unutabilir ki! “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”  

 Bahar- Sevgili kardeşim Hülda, her insan yaşamının bir izini bırakmak ister; bu içinden geçip gideceği dünyada… Sen ne kadar şanslısın ki böyle güzel bir ifade gücünle varlığını şimdiden kanıtlıyorsun. Bu ufacık ama içinde sıcacık gönlünü, sevgini, sevdiklerini, acılarını, yaşadığın şehri, yitirmekte olduğumuz doğayı ve daha nice gerçekleri bizlerle paylaşıyorsun ve de bizi her satırınla düşündürüyorsun. Sana bu eserin için ne kadar teşekkür etsek azdır. Nice kitaplarına…

The Beacon Yayın Kurulu

The Beacon Yayın Kurulu

İzmir Amerikan Kolejinde Yetişenler Derneği'nin yayını olan The Beacon dergisi
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
SÖYLEŞİ / INTERVIEW
Prof.Dr. Heves Özyılmaz ('77)

Elektrik-Elektronikten Yapay Zekaya

Getting your Trinity Audio player ready… Kıymetli arkadaşım Ayşın Baytan Ertüzün ‘77 ile son derece aydınlatıcı ve keyifli bir sohbet yaptık. Hemen size kendisini tanıtmakla başlıyorum. 1977’de ACI’dan mezun olduktan

DAHA FAZLASI / Read More »
SÖYLEŞİ / INTERVIEW
Kerime Arsan ('70)

Sesin İlmi

Getting your Trinity Audio player ready… Akustik… Cuma akşamları evimin yakınındaki Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde senfoniye gittiğimde ruhum dinleniyor. Salonun akustiği çok güzel. Ses, müzik, akustik kafamın içinde bu

DAHA FAZLASI / Read More »
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Guliz Elal ('74)

Hakkari’de Dört Mevsim

Getting your Trinity Audio player ready… Geriye dönüp baktığımda, Hakkari gezisi nasıl oluverdi biraz şaşırıyorum. İngiltere’de geçirdiğim dört ayın ardından İzmir’e döndükten günler sonra Hakkari’ye gitme kararı vermiş, Haziran’ın ilk

DAHA FAZLASI / Read More »
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Saadet Baykal ('88)

Sihirli Bir Ses Kutusu: Radyo

Getting your Trinity Audio player ready… “Alo alo, muhterem samiin…Burası İstanbul Telsiz Telefonu…  1200 metre tûl-u mevç (dalga uzunluğu), 250 kilosikl…Bugünkü neşriyâtımıza başlıyoruz.” 1927 yılının 6 Mayısı’nda İstanbul Sirkeci’deki Büyük

DAHA FAZLASI / Read More »