kÜNYE

Bir Deprem Sızısı

Sabahın çok erken saatinde bindiğim uçak, Gaziantep havaalanı inerken ışıklara bakıyorum. Henüz aydınlanmamış şehir, bana çekilmekte olan acılarla ilgili fikir verecek mi diye geçiriyorum kafamdan. Oysa biliyorum ki; gördüklerimiz göremediklerimizin yanında gerçeğin çok azını yansıtır. Depremin kıyısında kalmış bu şehirde bile yıllar önce gördüğüm o gökyüzünden eser kalmamış. Bir huzursuz ve endişeli sessizlik hâkim. İndiğimiz havaalanında herkes yorgun bakıyor; tümü bir yakınını kaybetmiş: annesini, babasını, çocuğunu, komşusunu. Çıkış kapısına giderken karşımıza çıkanlara ‘geçmiş olsun’ diyoruz. Geçmediğini ve geçemeyeceğini bile bile; zamanla silikleşse de bir yara izi seçilecek bu yüzlerde hep.          

Arabaya biniyoruz; Kahramanmaraş’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaştıkça yolda çatlaklar başlıyor. Herkesin hayatının ortasından geçiyor bu çatlaklar sanki; iki günlüğüne gelmiş olan bizleri bile yarıyor.  Yol kenarlarında duvarlarında hasarlar olan evleri görüyoruz; bazıları yıkılmış bazıları eğri büğrü de olsa ayakta, ama hep aynı sessizlik asılı havada. Herkes uykuda gibi… 

Kahramanmaraş’a giriyoruz; bir hayalet şehir.  Sokaklarda tek tük insanlar yürüyor; yürüyorlar ama yaşam gözlerinden çekilmiş sanki… kabullenilmiş ama hazmedilmemiş bir yas. Ayaklarını sürüyorlar, bu taşınması zor yükü kaldıramayarak. Puslu havada asılı bir toz bulutu var. Eski şehirden geçiyoruz önce; daracık sokaklar, iki katlı evler; tarihin görmüş geçirmiş bilgeliği içinde duruyorlar. Sonra geniş caddelere geliyoruz. İki yanında kocaman binalar tuzla buz olmuş. Nefesimi tutuyorum; sanki soluyor olmak bile haksızlık. Katlar birbirinin üzerine çökmüş, duvarlar kalmamış. Hep evi düşünüyorum. Evde olmanın güvenliğini; en güvende hissettiğin yerin böyle bir kırılmayla yaşamını büküşünün nasıl bir şey olabileceğini. 

Sokakları gezerken aklımda Kurtuluş Savaşı tarihinde okuduğum Kahramanmaraş direnişi canlanıyor hep; gözlerim doluyor. Fransız işgaline direnirken kendi evlerini bile ateşe verecek kadar cesur bu insanların şimdiki metanetleri belki de o zamanlardan geliyor. Şehrin normalde en kalabalık en şık caddelerinde tek tük insan yürüyor. Depremin üzerinden üç hafta geçmiş, artık bazı dükkanlar açılmaya başlamış. Çoğu dükkânın kapalı olduğu caddede, bakkala gidip ekmek alan birilerini görmek, yaşamın normal akışını bize nasıl da hatırlatıyor. 

Kahramanmaraş merkezi geçip Afşin’e gidiyoruz. Yol boyu yine aynı görüntüler, duvarları yıkılmış evler, terkedilmiş mahalleler, yer yer evlerin bahçelerine kurulmuş çadırlar. Afşin’in meydanına doğru arabayla geçiyoruz. Arabanın camından dar sokakları izlerken binaların ayakta durduğunu görüp biraz nefes alıyorum önce. Sonra meydanda arabadan iniyoruz. Tam meydandaki Eshab-I Kefh camiinin etrafındaki sokaklara doğru yürümeye başlıyorum. Binaların ayakta durduğunu gördüğümdeki umut yavaş yavaş kayboluyor, o ayakta durduğunu sandığım evlerin tümünün derin yarıklarla dolu olduğunu, camların kırık, içlerinin boş olduğunu fark ediyorum. Meydandaki kocaman boşluğun yerle bir olmuş belediye binasının çoktan kaldırılmış enkazından kaldığını öğreniyorum. Herkes parkta oturuyor. Parkın ortasında bir büyük yemek çadırı var. Etrafındaki sandalyelerde yerel halk hem oturuyor hem birbirleri ile sohbet ediyor. Kulak misafiri oluyorum; Bankta oturan yaşlı birkaç amcanın yanından geçen bir başka adam “nasılsınız” sorusuna cevap veriyor. “Aileden kaybımız yok, o yeter. Ev yıkıldı ama yaparız, o önemli değil”. İçimde kor gibi bir sızı. 

Afşin en çok hasar gören ilçelerden biri; ilk depremde az hasar görüyor. Ziyaret ettiğimiz hastane başhekimi bize ilk depremden sonra Kahramanmaraş’ın yardıma ihtiyacı olduğu haberi gelince hazırlık yaptıklarını, tam ambulanslarla yola çıkacakken ikinci depremin geldiğini ve Afşin’de çok yıkım olduğunu anlatıyor. Hemen geri hastaneye dönmüşler. İlk birkaç gün hastaneden ayrılmadan çalışmışlar; sürekli yaralılar gelmiş. 

Görev başındaki doktorlardan bazılarının ailelerinden kayıplar var; geride kalanlar çocuklarını etraf illerdeki yakınlarının yanına göndermişler. Bazıları, merdivenler yıkılırken evlerinden yalınayak çıkmışlar. Çocuklarını gönderip işlerinin başına dönmüşler. Evleri ağır hasarlı olan personelin bir kısmı hastanede kalıyor. Başhekim, depremden birkaç hafta sonra birkaç gün ailesini görmeye gitmiş ama onun dışında hep hastanede kalmış. Günlerce uykusuz müdahale etmişler acile getirilen travma hastalarına. 

Merkezden tekrar yola çıkıp hemen ileride bizim hastane personelinin, Çadır Kent’in yanında kurduğu sahra hastanesine gidiyoruz. Kocaman bir çadır sahra hastanesi, kapıdan girince iki yanda yine brandalarla ayrılmış acil müdahale, çocuk muayenesi, erişkin hasta muayenesi bölmeleri var. İçlerinde birer sedye, bir de doktor masa sandalyesi koyulmuş. En arka kısım eczane yapılmış. Afşin’li gencecik Eczacılık 2. Sınıf öğrencisi, İlayda, hemen depremden sonra memleketine gelmiş. Arkadaki eczane kısmını düzenlemişler. Ne arasanız buluyorsunuz. Her yerden yardım kolileri gelmiş. Açmış ve tasnif etmişler. Eczanede sadece ilaç değil, mama, bebek bezleri, hijyenik pedler, sabun da var. Gelenler öndeki bölmelerde reçete edilen ilaçları da buradan alıyorlar, diğer ihtiyaçlarını da. Kızılay’a gönüllü olmuş iki tane gencecik oğlan var. Birinin adı Ahmet; Kızılay Ahmet diyoruz ona. Yemek dağıtımından ilaç dağıtımına her şeye koşuyor. Zayıf mı zayıf incecik bir lise öğrencisi. Hep hareket halinde. Bir bakıyoruz arkaya geçmiş ilaç, bebek bezi dağıtıyor, bir bakıyoruz öne geçmiş yemekleri düzenliyor. Bulamadığımız her şeyin yerini Kızılay Ahmet’e soruyoruz. 

İçeride gezen iki tane de tüyleri toz içinde kedimiz var; birinin adı Zelzele. Depremde öyle korkmuş ki her yüksek gürültüde sıçrıyormuş. Herkes onu besliyor. 

Çadıra giren çocuklar hep aynı ürkeklikte. Muayene ederken sohbet ediyoruz. Bir minik plastik bebek bile en kıymetli hediye. Her şeyleri evlerde kalmış. En kıymetli oyuncaklar bile. Bir doktor arkadaşımızın kızı doktor olmak istiyormuş. Hayali de babasının ilk stetoskopunu kullanmak. Depremde merdivenler yıkılırken yalınayak dışarı koştuklarında evde kalmış. Hep onu sayıklamış. Sonra evde en değerli eşyalarını çıkarmak için girdiklerinde almışlar. Stetoskop kadar şanslı olmayan anılar da var. Çocukların ilk fotoğraf albümleri, okunup çizilmiş kitaplar. “Canlarımız gitti, anılarımız gitti, tarihimiz gitti” diyorlar. 

Sahra hastanesi ilk kurulduğundan beri çadır kent’te kalan bir minik kız hep muayene alanına gelir olmuş. Bizim doktor ve hemşireler de öyle sevmişler ki onu minik yardımcımız diyorlar. Annesi, sağlıkçılara çadırında sabah akşam mısır mı patlatmamış, pişi mi kızartmamış. Çadırına ziyarete gidiyorum. “Sabah pişi kızartırken etraf rahatsız olmasın diye kapıyı açmadım, çok yağ koktu içerisi, kusura bakma” diyor. Pişiler; bize kızarttığı pişiler. “Ama niye zahmet ediyorsunuz bu kadar zorlukta” diyorum. “Siz nerelerden gelmişsiniz, tabi yapacağız hocam” diyor. Mahçup oluyorum, yapamadığım her şey için; elimde olmayan sihirli değnek için ve dünyanın tüm haksızlıkları için mahcup oluyorum. Çadırlardan çıkan borulardan etrafa yayılan is kokuları altında çadır kentin dar yollarından geri sahra hastanesine yürürken gözlerimin arkasında biriken yaşları tutmaya çalışıyorum. 

Marketler yeni açılmış; alışverişe gidiyoruz. Afşin’de bir yardım grubu varmış. Deprem sonrası ihtiyacı olan ailelere destek olmaya başlamışlar. Kasada sohbet ediyoruz. “Çadırkent’teki üç ailenin alışverişi hocam bunlar” diyor. Anadolu’nun insanları dertlerini kendi aralarında çözmeye nasıl da alışık. Destek için bizim neler alabileceğimizi tarif ediyorlar. Orada olduğumuz için teşekkür ediyorlar.

Geceyi hastanede geçiriyoruz. Başhekim yine hastanede. Uyuyacağımız hasta odalarına çıkmadan önce onunla çay içiyoruz. Gece gözlerimi kapatınca duvarlar sallanıyor gibi geliyor. Hep deprem yaşayan bir İzmir’li için bu etkilenme beni şaşırtıyor. Sadece gördüklerimden bu kadar etkilendiğimi düşününce yaşayanların ne halde olacağını tahmin bile edemiyorum. 

Sabah, hastane bahçesindeki çadırdan çay alıyorum. Hastanenin bahçesinde sahra hastanesine döneceğimiz saati bekliyorum. Hastanenin arkasında tepelere bakan bir bank var; oturuyorum. O çıplak tepelerden görünen uzak mahallelere bakıyorum. O evlerin ve içlerindekilerin neler yaşadığını hayal etmeye çalışıyorum. Tepeye çıkan patikadan bir yaşlı adamın eşeğinin sırtında geçişi, normalin güzelliğini düşündürtüyor bana. 

Sahra hastanesinde yine hareketli bir gün. Çocuklar çadırkent ile sahra hastanesi arasında koşturup duruyor. Çocuk için oyun, her şeyle baş etme yolu. Bizim minik yardımcı getirdiğimiz kitaplara bakıyor. Zelzele kedi ayaklarımıza dolanıyor. Zelzele kediyi ve etraftaki tüm çocukları yanıma alıp eve getirmek istiyorum. Yine yapamadıklarım için mahcupluk hali. Bir oğlan çocuğu geliyor hırıldayarak; muayene ediyor tedavi başlıyoruz. Hırıltısı azalıyor ama tedaviye devam etmesi lazım. Nebülizörümüz evde kaldı diyor annesi; yanımızdaki nebülizörlerden birini ona veriyoruz. Enkaz altında kalmış olan ama bizim veremeyeceğimiz onca şeyi düşünüyoruz. 

Dönüş yoluna çıkarken Elbistan’a uğruyoruz. Sokaklarından arabayla geçerken enkazların birçoğunun hala durduğunu görüyoruz. Yıkılmış duvarlardan içi görünen odalar var. Bir odanın içinden yatak yorganların olduğu yüklüğü görüyorum. Bir çocuk bluzu demirlere takılmış sallanıyor. Mahremiyete aykırı geliyor bu sokaklardan geçmek. Burada hava daha da ağır; hala bir toz tabakası asılı. 

Sonra dönüş yolu; önce Kahramanmaraş’a gidiyoruz geri. Uçak saatine zamanımız var. İşyeri yıkılmış bir tanıdığa uğruyoruz. Enkazın başında çalışmaları izliyor. Her şeyi içeride kalmış. “Kendi verdi, kendi aldı” diyor. Yıkılmış betonların arasına sıkışıp kırılmamış iki tane gazoz alıyor, açıp bize uzatıyor.  Bu yıkımdan hala bize ikram edecek gazoz araması elimdeki şişeyi altından kılıyor. Ayrılmadan bakırcılar çarşısına girmek istiyorum. Depremden önce çok görmek istediğim. Zaman var girelim diyorlar. Birkaç dükkân açılmış. Semerci yaşlı bir amca, minicik dükkanında çalışıyor. Karşı komşusu bakırcı, “önce pandemi sonra deprem. Dükkâna gitme, kim gelecek dediler ama buraya gelmesek evde düşünmekten duramayacağız. Burada birbirimizle avunuyoruz” diyor. Geçmiş olsun diyip yürüyoruz. Akşam saatlerinde Gaziantep havaalanına doğru yola çıkmadan önce havanın kararmasıyla şehrin hüznü daha da belirginleşiyor. Kocaman apartmanların hiçbir ışığı yanmıyor. Evler bomboş. Bölgede birçoğunun bağ evleri olduğunu öğreniyoruz. Çoğu, depremden sonra oraya gitmiş. Işıksız apartmanların çevrelediği aydınlatılmış caddeden geri dönüşe geçiyoruz. 

Dönüş yolunda kimse konuşmuyor. Yıkım, kayıp canlar, kayıp anılar, yardıma gideni bile misafir gibi ağırlamaya çalışan insanlar…Her şey boğazımızda bir düğüm oluyor. Ben yine elimde olmayan her şey için, yapamadıklarımız için mahcup, karanlığı izliyorum.  

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
SÖYLEŞİ / INTERVIEW
Şükran Yücel ('71)

Kızıl Goncalar’da Bir ACI’lı

Geçtiğimiz televizyon sezonunun en çok konuşulan dizisi olan Kızıl Goncalar’da mezunumuz Zehra Kelleci’18 önemli bir rol üstleniyor. İlk oyunculuk deneyimini Yüzyıllık Mucize’de yaşayan Zehra Kelleci, Kızıl Goncalar’da Feyza karakterini başarıyla

DAHA FAZLASI / Read More »
FİKİR / OPINION
Basak Baran ('99)

What If I Am Creative?

The question of “What if?” is one of the core triggers of creativity. Not only considering the fields of targeted problem solving such as engineering, social sciences or design where

DAHA FAZLASI / Read More »
SANAT / THE ARTS
Raşel Rakella Asal ('69)

Gündelik Hayatın Epik Taraflarını Yakalayabilmek

Hepimizin bildiği gibi sanat sözcüğünün taşıdığı çokça anlam bulunmakta. Bu anlamlar, ciltlerce kitabı dolduruyor. İçinde bulunduğumuz dünyada iz bırakmış gerçek sanat eserlerine baktığımızda, bunların yaşamla doğrudan yakın bir bağı olduğunu

DAHA FAZLASI / Read More »