ACI mezunumuz olan, genç yaşına rağmen çok başarılı işlere imza atan sevgili Banu Kitiş Dağıstan’ı(’98) ve Benzer Kuşlar Birlikte Uçar adlı kitabını tüm mezunlarımızla paylaşmak istedim.
Banu ile röportaj yapmak inanın ki beni ürkütüyor, yıllarca röportaj, köşe, haber yazarlığı ve yayın yönetmenliği yapan; şu anda da yazarlık dersleri veren bir üniversite hocasısının karşısında ben! Bir yazma heveslisi…
Banu, ACI sonrasındaki eğitim hayatını ve bu güne kadar “ben bunların üstesinden geldim” dediğin işleri kısaca bize anlatır mısın? Böyle bir soruyla başladım çünkü herkesten işittiğim başarılarını bir de senden duymak istedim.
Soruyu soran siz olunca, ben de zevkle anlatırım. Aslına bakarsanız ACI’da okuduğum yıllarda yazmaya olan ilgimi fark etmiştim. En sevdiğim ders edebiyattı. Okulun gazetesini hazırlayan yazıişleri ekibindeydim. Orta sondayken yazdığım bir deneme yazısıyla katıldığım okullar arası bir yarışmada da birincilik ödülü almıştım. Auditorium’da ismimin anons edildiği anı, sahneye çıkışımı, ödülümü müdürümüz Güler Hanım’dan alırken öğretmenim Ayla Hanım’ın bana gururla bakışını bugün bile hatırlıyorum. O gün öğretmenlerim bana bir kalem bir de Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi kitabını hediye etmişlerdi. Kitabın girişine de “Duyarlı iletişimler içinde, yazı dolu bir yaşam dileğiyle…” notunu düşmüşlerdi. Dilekleri gerçek oldu. Üniversitede bambaşka bir alanda eğitim almama rağmen günün sonunda kendimi yazarken ve iletişim fakültesinde ders verirken buldum. Oysaki ben de diğer arkadaşlarım gibi dönemin modasına uyarak hem popüler hem de yüksek puanlı bir bölüm olduğu için işletme okumayı tercih etmiştim. Bilkent Üniversitesi’nde İşletme Bölümü’nü bitirdim. Mezun olduktan sonra medyaya girişim ise Çukurova Medya Grubu’nun açtığı MT (Management Trainee: Yönetici Yetiştirme Programı) sayesinde oldu. Ekonomi dergiciliği yaptım. O sırada Galatasaray Üniversitesi’nde İletişim Stratejileri ve Halkla İlişkiler alanında yüksek lisansımı tamamladım. Sonrasında Doğuş Yayın Grubu’nun Türkiye’de ilk kez yayımlamaya hazırlandığı Robb Report Dergisi’nin genel yayın yönetmenliğine getirildim. Buradaki iş deneyimimin ardından İzmir’e yerleştiğim 2010 yılından bu yana çeşitli yayınlara yazılarımla katkıda bulunmaya ve İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders vermeye devam ediyorum.
Kitabının giriş bölümünde, sende iz bırakan her belgeyi ve zihninde yer eden her anıyı biriktirdiğini söylüyorsun. Çok güçlü bir belleğe sahip olmalısın ki; bu kitabın senin hafızandaki düşünce ve anıların dökümü olduğunu belirtiyorsun. Bize bu birikim bilincini ve disiplinini nasıl edindiğini, geliştirdiğini anlatır mısın?
Kendimi bildim bileli arşivciyim. Sevdiğim köşe yazıları, okuduğum dergilerin hoşuma giden sayfaları, konser davetiyeleri, geçmişe ait fotoğraflar, hatta etkilendiğim vefat ilanları… Bunları sakladığım ve seneler içerisinde oluşturduğum arşiv kutularım var. Yaptığım röportajlar sırasında, sohbetler esnasında öğrendiğim bilgileri de hafızamda saklıyorum. Bu topladığım hikâyeler ve zihnimin odacıklarında biriktirdiklerim de bugün yazdıklarımın harcını oluşturdu. Gerçi belleğime ara ara kızdığım olmuyor değil. Genelde önemli bir bilgiyi hatırlayamadığım vakitlerde, “Gereksiz bilgileri saklamaktan önemlilere yer bırakmadın” diye. Fakat baktım değişmiyor, ben de onu böyle kabullendim.
Kitabının başında İsveççe “Vemödalen” sözcüğü ile başladın. Sonra da her bölüme dünya dillerinin bizde karşılığı olmayan kelimeleriyle devam ettin. Böyle bir kurgu çok orijinal ve ilgi çekici… Bu kadar zengin kelime bilgisine sahip olmanın sırrını açıklar mısın?
Kitaba “Vemödalen” sözcüğü ile başladım çünkü kitabımı o kelimeyi öğrendikten sonra yazmaya başladım. Anlamı şöyle: “Her şeyin daha önce başkaları tarafından yapılmış ya da keşfedilmiş olduğunu düşündüğünüzde hissedilen özgün olamama korkusu.” Bu kelime kitabımla ve yazma yolculuğumla da birebir örtüştü. Kitap aslında senelerdir yazdıklarımda ve kafamda hazırdı. Fakat kafamın içindeki bir ses, bunlar hakkında daha önce yazıldı diye vıdı vıdı konuşuyordu. Bu ses sanki beni durdurdu, elimi tuttu ve kitap yazma konusuna hep tereddütle yaklaşmama neden oldu. Böyle bir kelimenin varlığını öğrenince hastanın doktordan hastalığının ne kadar yaygın olduğunu öğrendiğinde hissettiği rahatlama duygusunu yaşadım. Çıkış noktam da bu oldu. Dedim ki herkes bu duyguyu yaşıyor fakat üretmeye devam ediyor. Bu hissi üzerimden atmalıyım, yazmaya başlamalıyım. Yazdıkça da kitap aktı gitti ve bu yabancı kelimeler de beni buldu. Farklı ülkelerde yaşayan yabancı arkadaşlarım var; İsveçli, Danimarkalı, Japon, Alman… Her kelime, onlarla sohbetlerim esnasında ortaya çıktı. Bize ait sandığımız bazı hisleri bambaşka topraklarda yaşayan insanlar da yaşıyor ve hislerini tek bir sözcükle ifade ediyor. Bu konu çok ilgimi çekti.
Bu kitabı o zaman bu kelimelerin peşine düşerek yazdın. Konuları nasıl belirledin?
Kitapta hepimizin ortak meselelerini ele almaya gayret ettim. Nedir bunlar? Uzun yaşamak, haset, dedikodu, arkadaşlık, incelik, nezaket, güzellik baskısı… Hayatın tam ortasındaki meseleler. Bu meselelerin hiçbirisi sadece bize ait değil, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanıyor. Bu nedenle her yazıyı Türkçeye çevrilemeyen bir yabancı kelimeyle eşleştirdim. Biraz da yalnız olmadığımı görmek ve okuyanın da yalnız olmadığını bilmesi için yazdım. İnsan en yakından gördüğü kişi kendisi diye eksik yanlarını görmeye meyilli olabiliyor. Bakın diğer insanlar da bunları yaşıyor, demek istedim. Bu arada yazarken bazı konulara okur daha önce hiç düşünmediği bir yerden baksın, okurken bilmediği de bir şey öğrensin istedim. Tüm yazılarda yıllar içerisinde tanıştığım insanlardan, yaşadığım deneyimlerden süzdüklerim ve kelimelere döktüklerim var.
“O Yüz Mumu Biz de Üfleyecek Miyiz” başlıklı yazında, uzun ömürlü insanların kaliteli ve sağlıklı bir ömre sahip olmasının çeşitli nedenlerinden bahsediyorsun. Sıralanan nedenler arasında; ben de senin gibi eğitimli olmanın, mutlu bir yaşamın reçetesinde çok önemli yeri olduğunu düşünmekteyim. Bir eğitimci olarak günümüzün eğitim düzeyi hakkındaki görüşlerin kısaca nelerdir?
Bizim eğitim sistemimiz ezbere ve dinlemeye dayalı. Bence sistemdeki en büyük sorun da buradan doğuyor. Eğitimin temelindeki dört dil becerisi: Konuşmak, okumak, dinlemek ve yazmak. Dikkat ederseniz bu dördü arasında en çok kullanılan beceri ‘dinlemek’. Hele ‘yazmak’ sıralamada en son sıralarda. Bu becerilere ek olarak bize özgü bir de ‘seçme’ becerisi var. Malum test çocuklarıyız, seçenekler arasından birini seçerek soruları çözmeye koşullandırılmışız. Çoktan seçmeli sınavlar da problem çözme becerisini değil, ezber becerisini ölçüyor. Haliyle de tüm bunların sonucunda öğrenciler üniversiteye geldiklerinde bile kendini ifade etmekte, karşılarına çıkan sorunları çözmekte zorlanıyor.
Haset ile kıskançlık duymanın ayrımı ve nedenleri beni çok düşündürdü. Okul yıllarında başarısız bulduğumuz arkadaşlarımızın sonradan mesleklerindeki yükselişlerinin nedeni; senin deyiminle “her çiçeğin vakti geldiğinde açması” olamaz mı?
Kesinlikle öyle. Okul başarısı ve hayat başarısı doğrudan ilişkili değil. Buradaki sorun okul arkadaşlarının bu başarıya olan tepkisi. Bunun nedeni de benzer yollardan geçen insanların birbirine olan kıskanma eğilimi. Bunu çok da doğal buluyorum. Bizimle benzer bir geçmişe sahip olmayan insanların başarıları his dünyamızı teğet geçerken, diğerleri meteor gibi çarpıyor. Bu da inanın herkesin başına geliyor.
Çince'de başka dillere çevrilemeyen bir kelime var: Wu-wei. Çinliler bu kelime aracılığıyla şunu görmemizi istiyorlar: Hayatın bizim çaba ve müdahalelerimizden bağımsız, kusursuzca işleyen bir düzeni var. Her şey doğal bir akışta gerçekleşiyor. Bu düzende bize de bunu anlama ve uyum sağlama rolü düşüyor. Bir şeyi oldurmaya çalışmamak, "Açılmıyorsa, belki de bu benim kapım değildir" deyip geçebilmek gerekiyor.
Daha mutlu bir yaşam sürmek için alıntıladığın tavsiyelerden kaçı senin başarabildiklerin oldu?
Kitabı yazma motivasyonlarımdan biri de, “Ah keşke bunları 20 sene önce bilebilseydim. Keşke birileri bana anlatmış olsaydı” dediklerim. Uyumlanma meselesine çok önem veriyorum. Bunun hayattaki mutluluğumuz için ne kadar gerekli olduğunu yeni yeni fark ediyorum ve hayatımda uyguluyorum. Çince’de başka dillere çevrilemeyen bir kelime var: Wu-wei. Çinliler bu kelime aracılığıyla şunu görmemizi istiyorlar: Hayatın bizim çaba ve müdahalelerimizden bağımsız, kusursuzca işleyen bir düzeni var. Her şey doğal bir akışta gerçekleşiyor. Bu düzende bize de bunu anlama ve uyum sağlama rolü düşüyor. Bir şeyi oldurmaya çalışmamak, “Açılmıyorsa, belki de bu benim kapım değildir”” deyip geçebilmek gerekiyor.
Biz ACI mezunları sence “benzer kuşlar” mıyız?
İngilizlerin bir atasözü var, “Birds of a feather flock together.” Aynı tüyden olan kuşlar bir araya toplanır. Bu söz benzer hayat görüşüne, düşünce yapısına sahip insanların birbiriyle daha yakın ilişki kurma eğilimini de anlatır. “Her kuş alayıyla uçar” da büyüklerimizden duymaya alışkın olduğumuz bir tabir. Hepsi aynı kapıya çıktı: “Benzer Kuşlar Birlikte Uçar” adı böyle doğdu. Bu isim kitapta sadece bir yazının başlığı oldu ama kitabın bütününde bu his hakim. Diğer yazılarım da bu birliktelik hissi etrafında gelişti. Biz ACI mezunları da birlikteliğin gücüne inanan, birbirini destekleyen ve görüşmese de gönül bağını koruyan bir topluluğuz. Dolayısıyla sorunuzun yanıtı: Evet, bizler de benzer kuşlarız.
Banu, bana bu röportaj şansını verdiğin için teşekkür ederken; senin bu genç yaşında yaşamın anlamını böyle sorguladığın, böylesine derin düşündüğün için ve de sevgi dolu olumlu görüşlerini; kendisi ufacık ama kapsamı çok değerli kitabında biz okurlarınla paylaştığın için ne kadar mutlu olduğumu belirtirim. Nice kitaplarına…