kÜNYE

Yağ Satarım, Bal Satarım

Oyunları düşünüyorum, çocukluk oyunlarımızı… Top çok önemli bir oyun arkadaşımızdı. Havaya atma, dönme, bir, iki, üç… Bacak arasından geçirme, kepçe… Bir, iki, üç… Oyuna kim başlayacak ile işaret parmağı ağız içinde gezdirilir, “ooo” denir ve başlanır: “Tin ton ta, kara vivo ransa, ma kin ki kutu pera ransa… Ya da, “Çarşıya gittim türlü ku-maş-lar var, ne renk a-al-yım bay ve bayan-lar?” “Sarı” “Sen de mi var sarı?” Bir sarı renk bulmaya çalışılırdı. 

Tek sıra olur ve “Ara soğutmaca yok” diye ip atlardık. Düzenli, ritmik, tatlı bir oyundu… Üstelik güzel bir jimnastikti. Köşe kapmacalarımız, kör ebelerimiz… Hınzırlık, kurnazlık gibi zekâ kıvılcımları saçarak oynardık. 

Veya saklambaçlarımız, “Elma dersem çık, armut dersem çıkma.” Bir sobelemek uğruna neler yapmazdık. Ebenin ayrıldığı ve daha öne yumulduğu duvara koşup, ebeye görünmeden sobe demenin keyfi bambaşkaydı.  

Hepsi de çocuksu ve çocuk saflığı ile güzel oyunlardı. Gözlerimizden yaş gelene kadar gülerdik. Gönüller dolusu gülerdik. Çocukluk sevincimiz bir yaşam sevincine dönüşürdü. Bir yapaylık ya da bir zorlama yoktu bu sevinç kahkahasında. Çocukluğun evrensel diliydi bu. 

Oyuncak ve oyun, çocukluğumuzun dünyasıydı. O zamanlar bahçeli evlerimiz vardı, ya da apartmanların yanında bol bol oyun oynayacak boşluklar, boş arsalar vardı. İlkbaharın müjdecisi papatya mevsiminde papatyalardan çelenkler örerdik. Uğur böceğini kollarımızda şarkılarla gezdirirdik. Bu yaşlarda birçok böcekten korkmamıza ve tiksinmemize rağmen uğur böceklerinden asla korkmazdık. Uğur böceklerini hep sevdik, iyi davrandık onlara. Parmaklarımızın arasında gezdirdik, incinmesinler diye çok sevecen yaklaştık, şarkılar mırıldandık. Uç uç böceğim, yarın düğün olacak, annen sana, terlik, pabuç alacak… 

Photo by Alex Boschmans on Unsplash

Çocukken de hissettiğim gibi, sizinle aynı oyunları oynamayı seven, sizi hep anlayan, keyifli ve zor zamanlarda yan yana olabildiğiniz, bir arkadaşa, dosta sahip olmak arzulanan ama zor bir şeydi.  Neden zor? Zordu çünkü beraberinde, oyunları birlikte dönüştürebilmeyi, sabrı, emeği, öğrenmeye çalışmayı gerektiriyordu. Bu yüzden çocuklar arasında tartışma da çıkıyor, o yaşta küsmeler, dargınlıklar oluyordu. Çocuk arkadaşlıkları da karşı tarafın ne yaşadığını ne hissettiğini anlamaktan geçiyordu, tüm insan ilişkileri gibi.

Pazar günleri çocukların hayvanat bahçesine götürüldüğü gündü. Hayvanat bahçesine gitmek biz çocuklar için her zaman eğlenceliydi.  Kuşların, kurtların, ayıların, maymunların, aslanların dünyasına girerdik. Zürafanın boyunun ne kadar uzun olduğunu izlemekten sıkılmaz ya da devasa filin ne kadar etkileyici olduğunu orada anlardık. Onlara muz, fındık, leblebi atmak da ayrıca keyifliydi. Maymunların şaklabanlıkları, sincapların uzun kuyrukları, aslanların sert bakışları arasında gezinirken hiç çıkmak istemezdik hayvanat bahçesinden. Ama lunaparka gidiyoruz diye duyunca dünyalar bizim olurdu. 

Lunapark büyülü bir dünyaydı. Dönme dolaplar, çarpışan arabalar, korku tünelleri arasında saatler geçerdi. Kahkaha aynaları kimimizi sıska, kimimizi şişman yapardı. Kendini ararken bir bakmışsın ki başka bir aynadasın. Aynalar oynar seninle. Kendini görmek için geri dönersin. Yer değiştirirsin yine kendini kaybedersin. Yörüngesini kaybetmiş bir gezegen gibi, bir aynadan diğerine, bir sağa, bir sola. Aynaların önünde yüz buruşturmalar, surat asmalar, dudak bükmeler, gülümsemeler, gülmeler, kahkahalar, el kol çırpalar, bel bükmeler, başı geriye atmalar… Bombeli, düz, enli, ensiz, uzunlamasına, yanlamasına yekpare ya da dilim dilim aynalar.  İncelip kalınlaşan gövdeler, uzayan eller, parmaklar, yırtılmış gibi yana açılan ağızlar… Sonra gelsin pamuk şekerler, keten helvaları, simitler, mis kokulu kurabiyeler, tarçınlı pastalar, üzüm şerbetleri, limonatalar, ayranlar.

Yıllar nasıl geçti?  O zamanlar televizyon yoktu, bilgisayar yoktu. Şimdiki bilgisayar çağında çocuklara ‘bilgisayar çocukları’ diyoruz. Şimdiki çocuklar bu oyunları pek bilmiyor. Çok zeki, çok uyanıklar… En sadık arkadaşları bilgisayarlar. Bilgisayarlarla arkadaş bir nesil yetişiyor.  

Teknoloji çağının değil ama insan ilişkilerinin belirleyici olduğu, yaratıcılığın öne çıktığı oyunlardı bu oyunlar ve hep insan odaklıydı. Kızardın, bağırır, çağırırdın, koşardın, coşardın, ama hep insana ait ve insana dair şeylerdi.

Arkadaşlar, dostluklar

Mahalle ve sokak arkadaşlığı

Yağ satarım, bal satarım, ustam ölmüş ben satarım…

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
More Like This
BAŞYAZI / EDITORIAL
Aslı Davaz ('98)

Bir Kavuşma Anı

Getting your Trinity Audio player ready… 2024 Yaz sayısındaki tüm yazılara son okuma yapıp, gururla arkama yaslanıyorum. Gururluyum çünkü bu, baştan sona dijitalde çalıştığımız ilk sayı ve her ne kadar

DAHA FAZLASI / Read More »
KOLEKTİF HAFIZA / COLLECTIVE MEMORY
Heves Özyılmaz ('77)

Vefa, Gönül Borcu, Şükür

İşin içindeyken değeri pek bilinmez genelde, hele ki yaş da küçükse, nereden bilinecek kıymeti? Ben pek bilmezdim. Dersler biraz ağır gelirdi. ‘Bu kadar detaya ne gerek var, ileride bu bizim

DAHA FAZLASI / Read More »
SANAT / THE ARTS
Raşel Rakella Asal ('69)

Tiyatromuz Emin Ellerde

ACI 2008 mezunumuz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde eğitim alan Aksel Bonfil, çok renkli kişiliğiyle öne çıkıyor. Eğitimi sırasında dizi ve oyun yazarlığı, oyunculuk ve kısa film yönetmenliği yaptı.

DAHA FAZLASI / Read More »
KÜLTÜR & YAŞAM / CULTURE & LIFE
Kamil Tavas ('98)

Check-in

Kimimiz olağan işlerimizle meşgul bir şekilde dünya hızında, kimimiz hayal dünyasında ışık hızında, kimimiz de olduğumuz yerde kendi çevremizde dönüp duruyoruz. Kimimiz ise, dünya hızından biraz daha hızlı gidebilmek, zamana

DAHA FAZLASI / Read More »